Monomitos (tek tanrıcılık) ve Polymitos (çok tanrıcılık)


Polymitos ve monomitos olarak tanımlanan bu dikotominin temelindeki ayrım, tamamen söylenceden/hikayeden ne anladığımızla ilgilidir.

Monomitos’a (tektanrıcılık) göre; “doğruluğun çıktığı yerde söylenceler son bulur.”

Polymitos’a göre (çok tanrıcılık) ise; “doğruluk, söylencelerin bitiş değil çıkış noktasıdır.”

Sorun tam buradadır. Monomitosçulara göre söylenceler/hikayeler değersizdir. İslam ve bilimum tek tanrılı dinlerin söylencelere, dolayısıyla sanat ve edebiyata boş bir uğraşı gibi bakmasının sebebi budur. Bunlar bir kere doğru değildir! Hakkaten öyle değil midir? Şairler ve edebiyatçılar Nietzche’nin derin ifadesiyle, yalancıdan ibaret değil midir?

Polymitosta ise tüm doğrulukla ilgili söylemler birer söylenceden ibarettir. Buna karşılık her söylencenin içinde biraz da doğruluk payı vardır! Çünkü tekrar vurgulamak gerekirse doğruluk, söylencenin bitiş değil çıkış noktasıdır. Her yazar ve şair kendi bilgi birikimi üzerine yenisini inşa ederek işe başlamaktadır. Öyle değil mi?

İşte burada bize bin yıldır kavratılmış olduğu haliyle sanatın konumu kalır. Sanat, neden bilimde/felsefede kendisine yer edinemez?

“Bir doğruluğu, öykülemek”

Çok tanrıcılığı, sanat diye tanımlayınca değersizmiş gibi algılarsınız. Ne de olsa sanat “boş bir uğraştır.” “Din” diye tanımlarsanız hiç birşey söylememiş olursunuz. “Bilim” olarak tanımlamak da mümkündür. Fakat bu kez bilime saygısızlık etmiş gibi olursunuz. Çok tanrıcılığa estetik gözle bakmazsanız, her kızılderili bilgeyi ya da şamanı öncelikle “bilmediğini bilen” biri olarak değerlendirmezseniz -ki bunlarda çoğunlukla hayatın ve dünyanın bilinmezliği karşısında bir boyun eğiş vardır.-, zaten yasaklanmış olan çok tanrıcılığı kavrayamazsınız. Dahası İslam’ın içine sızmış olan ve günümüzde de saygı duyulan bilgelerdeki şamanik unsurlar, tam da bir iktidarmış gibi kanun koyan ile bilmediğini şairane bir dille vurgulayan arasındaki ayrımdır. Sırf bilmiyor olduğu ya da son sözü söylememiş olduğu için saygı duymazsanız, zaten din işte orada başlar. Bildiğini iddia edenlere aldanmaktan öteye geçemezsiniz. Buna karşılık tarih bize böyle bir yalancılığın içinde bile bir erdem olduğunu öğretmektedir. Ta ki bu bahsi geçen kişi öldükten sonra başka “dinleyecek-soracak-muhabbet edecek” kişi bakmaktansa, patolojik bir tavırla, dünyadaki yeni söylencelerden yüz çevirmeye dönüşünceye kadar…

Oysaki “doğruluğu öykülemek”, hayatı yaşama sanatı ile ilgilidir. Doğruluk kuru bir bilgi olarak dolapta durursa değersizdir. Her doğruluk öykülemeyle birlikte yaşayabilmelidir. Bunlar, “Modus vivendi” denen birlikte yaşama biçimi halinde varolurlar. Çok tanrıcılık tam da budur.

Kısacası Sokrates, Platon, Shakespeare, Descartes, Tolstoy birer peygamberdir. Süleyman, İsa, Muhammed ise birer şair. Aklımızda yarattığımız bu iki evren arasında ise istediğinizi istediğiniz yere yerleştirin… Ama dikkat bunu yaparsanız zaten polymitosçu olursunuz.

Polymitos bir din değildir. İnsanın kendi zihninin temel çalışma prensibidir. Bu sebeple tarihte ne kadar geriye giderseniz gidin ya da dünyanın isterseniz öbür ucuna gidin, her yerde çok tanrıcılığı bulursunuz. Fakat polymitos da kurumlaşıp, dogmalaşabilir. Polymitosçuluk çok eskilerde kaldı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Her tabela birer ikondur. Her esnaf, kendi mabedinde işini yapar. Levi-Strauss’un “dizisel bilinçlilik” dediği ve böylelikle ilkel-uygar insan ayrımını reddedişi, tam da budur. İki bin yıl sonra bizim yaşamlarımızı inceleyen arkeologlar ya da uzaylılar, bizim Macintosh’a taptığımızı sanabilir. Ne de olsa saatlerce önünde dua ediyoruzdur. Ya da tam tersi, çoktanrıcılıkta, örneğin, Yunan heykellerine tapınıldığını düşünüyorsanız bunun sebebi, tam da o heykellerin işlevinin ne olduğunu kavrayamıyor olmamızdan kaynaklanır. Dahası illede işlevselliği kavramaya çalışan modern zihinlerimiz de bu anlamda koca bir engeldir.

Ben bir çoktanrıcıyım ya da polymitosçu. Shakespeare’e taparım. Tolstoy hazretleri benim ilahımdır. Fakat bi dakka.. Bunların sadece birer insan olduğunu da bilirim. Demek ki; benim tapınmam ile tektanrıcılığın tapınması arasında dağlar kadar fark var. Peki sorarım: “Doğrudur; çok tanrıcılık insanlar arasında eşitsizliği meşru kılar. İşte ben Tolstoy’a tapıyorum. O benim yukarımdadır. Olmasın mı? Bence varsın bu kadar eşitsizlik de oluversin. Onun bu şekilde yukarıda yer almasıyla, benden (nasıl olsa bir şekilde) fazla elde edeceği özgürlük ve olanaklarda gözüm yok!” Esas sorun eşitlik diyerek insanların yaşam alanını, küçük olana göre daraltanlardan kaynaklanıyor. Tamahkar muhafazakarlık, tam da bu düşünceyi kendisine araç ederek işin üstesinden geliyor. Bence bunlar Nietzche’nin dediği üzere “namusu överken şehvete çağırıyor.”

Dahası Süleyman hazretleri mitosu, Muhammed hazretlerinden çok daha ekolojik ve sevilesidir. Çünkü o daha büyük bir şairdir, hatta o kadar ki, bildiğimiz (rivayet edildiği) üzere kuşlarla konuşur. Muhammed ise daha çok siyasetçi ve hukukçudur, sanata ilişkin pek az şey vardır onda. Bu sebeple ekolojik bir peygamberden bahsedilecekse, O, Süleyman’dır işte… Haa bir dakka! Bir de doğa / kültür ayrımını sorgulayan Levi-Strauss… Unutmadan bir de Tolstoy’dur tabi, ne de olsa kırsal yaşamı öve öve bitiremez… E, tabi bir de Bookchin… Illich’i de unutmamak lazım. Üzgünüm ama yine çoğaldı. Oysa bir teklik ve birlik yaratmak ve son sözü söylemek istemiştim.

Sevgili …, üstadım; Nietzche’den alıntı yapmışsın; “asli olanı yerine koymak” demişsin. Kusuruma bakma ama Nietzche’yi senin gibi yorumlayanlardan haberdar olmakla birlikte, bence bu yorum tamamen yanlış. Nietzche, tek tanrılığı yaratan esas Zerdüşt’ün küllerini dağa geri götürür. Böylelikle hiç gelmemiş gibi yapar. Zaten Nietzche, sürekli bir takım kavramları putlaştırır ve bu tavrının örnek olmasını bekler, ne de olsa, O bir öğretmen ve bir peygamberdir. Dionysos’un havarisidir. Yine de açmak gerekirse Nietzche’nin tüm kavramları dinamiktir ya da kişileştirilmiştir. Kafasına göre istediği kavramı, kendi entelektüel aklıyla ve ruh haline göre ötekiler ya da ön plana alır. Böylelikle ilkesiz mi olmuş olur Nietzche? Açıkçası ilkesizin önde gidenidir.

Senin başladığın yerden kapatayım. Belki de bu şık olur. İbrahim Ferrera, Küba’da evine konuk olan gazetecilere putlarını gösterir. Hergün bir putunun önüne bal koyar ya da sunar. Bir de mum yakıp gazetecilere şöyle söyler: “Bunu yemeyeceğini elbette biliyorum!” Ha-ha. Bu durum tam da bize nasihat edilen İbrahim hazretlerinin mitosu değil midir? Yani “putlar hiç balta kullanır mı?” Ferrera’nın bu sözüyle kast ettiği Baudrillard’in; “”ilkeller” ne inanırlardı, ne de inanmazlardı” sözüyle özetlenebilir. Yani putlarının hem sadece bir hikaye olduğunu bilir, hem de bu hikayeden çıkarılacak dersi anlarlardı. Demem o ki; din, onlar için mutlak gerçeği imlemezdi ve bu onun en muhteşem özelliğiydi çünkü kutsal, sanatsal niteliğiyle dönüştürücü bir güç anlamına gelirdi.

https://modernwish.wordpress.com/2009/11/12/monomitos-ve-polymitos-dilaver-ve-muhsine-atfen/

Ganpati or Ganesh Festival - Pune, India

2010 yılındaki Hindistan Ganesh Festivali’nden (bayramından) bir kare. Hayatında hiç put görmemiş müslümanlara ilginç gelebilir. https://modernwish.wordpress.com/2010/09/27/ganpati-or-ganesh-festival-pune-india/

Meseller içinde yayınlandı | , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

“Küfür ekolojiktir” dermişim… (+18)


Can Yücel’in doğum günü ile ölüm tarihi arasında,

Marquez’in büyülü gerçekliğine ithafen.

 

‘Küfür’ü ahlaksızlıkla nitelemek hayli kolay olurdu. Basit bir papağanlıktan öteye gitmeyecek o tür bir yazı yazmak için ne yöntemli bir bakış açısına, ne disiplinli bir bilgi birikimine, ne de adil bir dünya hayali gören, belki de (artık) subjektif denebilecek bir erdeme ihtiyaç vardır.

Küfür Türkçe kültürde henüz yeterince tartışılmadığı için yüzeysel ezberleri sürekli yeniden üreten, ciddi bir entelektüel boşluğa işaret ediyor. Bu sorun “değerlere hakaret etmek” veya son iki yıldır gündemi inceden işgal ettiği haliyle “başbakana hakaret/küfür etmek” gibi tartışmalarda sürekli yeniden karşımıza çıkıyor. Gelin, özgürlükçü entelijansiyanın bile muhafazakar mutlakçılarla aynı dili konuştuğu bu konu hakkında yeni ve farklı bir çerçeve, deyim yerindeyse bir anti-tez sunayım ki dar kafalar açılsın. Konusu itibariyle sürç-i lisan edersem de şimdiden affola.

****

Foucault “iktidarın olduğu her yerde direniş vardır” diyor ya hani; belki de “iktidarın olduğu her yerde küfür vardır” demek bu yazının bi’nevi özetine tekabül eder.

Küfür dil kadar eskidir. “Resmi terbiye darphanesi”nden çoğaltılmış gibi duran günümüz insanı ise bu sözcükleri anla(ya)mıyor… Aslında küfürler, düşünülmekten ziyade ezberden söylenen, canlı niteliğini kaybetmiş deyim/tekerleme özelliği göstererek, elimizdeki binlerce yıllık geçmişe sahip arkeolojik kalıntı niteliğinde görülmelidir. Basbayağı atasözleridir. Yani üstünü örtmektense, artık donuk birer eşyaya dönüşmüş sözcüklerin içeriğindeki canlı niteliği anlamaya çalışalım; …bakalım neler çıkıyor?

Biz her ne kadar küfürleri ilk bakışta/duyuşta, alışılageldiği üzere, hemen tüyleri diken diken eden hakaret niteliğinde değerlendirmeye eğilimli olsak da, aslında aynı sözcükler yaşatılışında farklılık gösterir ve mizahtan hakarete uzanan bir yelpazeye yerleşir. Mizah-ironi-kinaye-taşlama-yergi-itibarsızlaştırma-Hakaret gibi… Küfürler sevgi dolu bir tarzda da söylenebilir ve “dile gelişinde” esas ağırlığı bu kısım oluşturur. Bir babanın bizzat kendi oğluna “eşşoolueşşek” demesi gibi. Bununla birlikte bu yazıda küfür için “mizah yönü ayrı, hakaret niteliği ayrıdır” diyen absürt ahlakçı bir tutum ortaya koymayacağım. Günümüz entelijansiyası bu tür kolaycılıklara oldukça alışmışa benziyor. Yani “bir kısım”ı suçlayıp, kalanları aklamayacağım çünkü küfür ne mizah özelliğindeyken hakaret anlamını, ne de hakaret niteliğindeyken mizahi yanını tümden yitirir.  Bunun sebebi küfürün çok daha derin bir gerçekliğe işaret etmesindendir.

Aptal, salak, gerizekalı, şapşal, mankafa gibi sansürlemeye gerek kalmaksızın dile getirebileceğimiz ve aslında bu özelliğiyle kullanımının meşru görüldüğü düşünülebilecek küfürler aslında yeni yeni ortaya çıktı, daha doğrusu dil kadar eski olmasa da, yine de eski olan bu küfürler, yeni yeni ağırlık kazanmaya başladı. Küfürden temelde “bel-altı küfürler” anlaşılırken, şimdilerde, zihni esas alan sözcüklere yönelen dönüşüm oldukça çarpıcıdır ve bu küfürlerin (bel-altı küfürlere nazaran) “artık” duyanını daha çok rencide etmeye başladığı bile düşünülebilir. Oysa cinsiyetçi olduğu düşünülen küfürlere göre esas anti-ekolojik kalan küfürler bunlardır. Bu küfürler gerek sevgi dolu veya mizahi kullanımında, gerekse hakaret olarak kullanımında, gittikçe soyutlaşan ve zihne indirgenen zamane uygarlığını över. Aklı her şeyden üstün tutar. Akılla, zihinsel işlemlerle veya kavramlarla işi olmayan hayvanların/bitkilerin yaşamını ötekileştirir, yok sayar. Aklı yüceltirken her türlü yaşama en ala hakareti etmiş olur. Bu küfürler ekolojik değildir, hatta tam anlamıyla anti-ekolojiktir. Eğer cinsiyetçi küfür etmemek için aklı yücelten sövgülere yönelen ekolojistler varsa, çok temel bir hata yaptıklarından emin olabilirler.

Hayvanlar üzerinden edilen küfürlere gelince biraz durup düşünmek gerekiyor. Öncelikle şunu hatırlayalım: İnsan, vahşi doğadaki canlılar arasında en zayıf hayvanlardan biriyken, hayatta kalabilmesini hayvanları taklit edebilme yeteneğine borçludur. Bu, öylesine temel bir özelliktir ki; taklit yeteneği, insanın ellerini zihin aracı olarak kullanabilmesi ya da ateşe başat olmak gibi kültürel-zihinsel icatlarından çok daha köklü, çok daha derine yerleşmiş bir özelliktir.  Taklit yeteneği insanın doğanın mevcut vahşi durumuna uyarlanabilmesini, avlanabilmesini ve mesela buzul çağında yok olan hayvanlardan farklı olarak, hayatta kalabilen diğer hayvanlar “gibi” üzerine kürk alabilmesini, yine  buzul çağı bittiğinde de kürkü nedeniyle yok olan canlılara nazaran, bu kez kürkünü üzerinden atıp hayatta kalabilmesini sağlamıştır. Fakat yalnızca bununla da sınırlı değildir. İnsan, “(%20) avcı – (%80) toplayıcılık” denen milyonlarca yıllık yaşam deneyimi süresinde görebildiği, gözlemlediği tüm hayvanların özelliklerini bünyesine katmış, onlarla özdeşleşmiştir. Bu sebeple insan davranışlarında her daim, her türlü hayvan davranışı gözlemlenebilir. İnatçılık yapan bir insana “keçi” dediğimizde salt bir benzeti kurmuş olmayız. Onun davranışındaki hayvansal karakteri açığa çıkarmış oluruz. İnsan, çakal-akbaba gibi sürü fırsatçısı, tilki gibi zayıf-kurnaz, köpek gibi sadık-dost, kedi gibi mağrur-nankör olabilir. Kuşlar gibi şarkı söyleyebilir, maymunlar gibi alkış tutabilir veya karıncalar-arılar gibi çalış(tırıl)abilir. Öte yandan bu kavrayış statik düşünülmemelidir. Belli davranışlar diğer davranışların üzerine gelişir. Yani hayvanlar iyi-kötü hayvanlar diye indirgenemez. Bu sebeple insanın hayvansal karakterini açığa çıkarmak çoğunlukla derinlikli bir edebiyat veya bilgelik gerektirir. (Buna günümüzde bilimsel bilgi de eklenebilir.) Asya-Hint mitolojilerinde yani doğaya özdeş kültür formlarında, bu ekolojik kavrayışın en güzel örneklerini buluruz. Ya da oradan esinlenen Shakespeare çözümlemelerinde… Amerika yerlileri beyaz adam için “üzerimizde örümcek gibi ağ kuruyorlar” dediğinde haksız değillerdi ve salt bir benzeti-hakaret anlamı taşımıyordu. İşgüzar bir müdür yardımcısının “köpek” gibi davrandığından bahsettiğimizde, bağlamından kopuk salt bir benzeti-hakaret değil, ekolojik bir yaklaşım, örneğini doğadan alan bir analiz, durumu yansıtan bir çözümleme ortaya koymuş oluruz. Belli durumlardaki insan davranışlarının hayvansal karakterlerini açığa çıkarıp, özdeşlikler kurarak iletişimlere yansıtmak, bugün kent makinesinde yaşayan insanın unutmaya yüz tuttuğu bir kavrayışa işaret etse de, tam da ekolojik düşüncenin dünya yaşamıyla, hayvan ve bitkilerle ortak, dostça yaşam felsefesi anlamına gelir. “Ne mutlu bu özdeşlikleri hakkınca kullanabilenlere, açığa çıkarabilenlere!” derim.

Bel-altı küfürlerin ekolojik anlamına gelince… “Acaba şaka mı yapıyorum?” Yok, şaka yapmıyorum ama okuru on kere düşünmeye davet ediyorum.

Bizler dünyanın uzaydan çekilmiş fotoğrafını henüz çocukken görmüş nesilleriz. Oysa insan milyonlarca yıllık tarihinde bize tamamen basit görünen bu bilgiden muzdaripti. Bu bilginin bizim bir işimize yarayıp yaramadığı meçhul olmakla beraber, halen dünyanın çoğunluk insan popülasyonu bu bilgiden bi’haberdir. Bundan bahsediyorum, çünkü eski dünya algısını tahayyül edebilmek için zihnimizi perdeleyen yeni dünya algısından uzaklaşmamız gerekir. Dünyaya dışarıdan değil, içeriden bakmamız gerekir.

“Bel-altı” deyince ne anlıyoruz? Aslında sözcüğün Türkçe filolojisi bile geçmiş dünya algısına yönelik işaretler sunar. Bel-altında kalan bacaklarımız ile bel-üstünde kalan kollarımız birbirinden apayrı iki dünyada yaşar. Biz unutmuş veya anlamıyor olsak da, bu iki dünya arasında mutlak bir topografik anlam vardır. Geçmişte kaldığını düşünsek bile, aslında hala devam etmekte olan milyonlarca yıllık dünya tasavvuruna işaret eder. Yukarısı gök-sema-yıldızlar, aşağısı ise yer-yeraltı-toprak ve bizatihi dünyadır. Bu yaşam formunda toprak ayağımızın altından başlamaz. Belimizin, başımızın ve hatta daha da ayrıntılandırılırsa kalp hizasından başlar. İnsan bir ağaçtır: Ağacın kökleri, aşağıda kalmış bacaklarıdır, dalları ise yukarıdaki kolları ve başıdır. Yaşam topraktan fışkırır, dünyaya meydan okuyarak göğe yükselir, miyadını doldurur, tekrar toprak yutar ve yaşam yeniden topraktan fışkırır. Bu tasavvur hiç bitmeyen ekolojik döngüyü resmeder. Dünya durmadan yiyip yutan bir mezar ama yine yeniden doğuran berekettir, yaratıcılığın kaynağıdır. Tüm canlıların yaşam bulduğu rahimdir. Öte yandan zaman içinde bu ikircikli anlamın yani hem “mezar” hem de “doğum” anlamlarının, korku öğesi olan birinci niteliği ön plana çıkarılıp “yer altı”, “bel-altı” veya “dünya cehennemleştirilirken”, bolluk-bereket anlamındaki yaratıcı niteliği gizlenecektir. Artık dünya, yukarıdakiler tarafından, kaynakların kısıtlı, “ekmeğin aslanın ağzında olduğu” hiyerarşik bir mekanizma olarak tanıtılacak ve yaşatılacaktır. İnsan (artık), yaşamını sürdürmek için bir ağaç ve bir keçinin bile yeterli olduğunu unutacak, “yukarıdakiler”in esiri olacaktır.

Tekrar küfüre dönersek, bu dünya tasavvurunda herhangi bir canlı form; güçlenerek büyüyüp, yukarıya, göğe, yani iktidara yükselirken, iki ayağı üzerinde duran insanda cisimleştiği üzere, dünyaya meydan okumuş ve ekolojik döngüye kendi öznel varlığının imzasını atmış olur. Yukarıdayken yani güç sahibiyken yarattığı öznel soyut kimlik dünya tarafından kabul görmezse ona yeryüzü hatırlatılır, “yere çalınır” ve hatta “yerin dibine sokulur”. Yerin dibine sokmak, “aşağı”lamak, itibarsızlaştırmak, yok etmek, öldürmek, gömmek. İşte küfürün yaptığı budur. Yukarıdakini (gücü-iktidarı) aşağıya fırlatmak, aşağıyla ilişkilendirmek… Onu, aşağı bölgeyle yani dışkılamayla, kaba etlerle, mide-bağırsaklarla, anüsle ilişkilendirmek ve daha önemlisi; üreme organlarıyla, testislerle, çiftleşme ve doğumun gerçekleştiği kadın rahmiyle özdeşleştirmektir. Biz bugün hala bu özelliği taşımakta olan küfürlerde “yıkıcı” bir anlam görüyoruz oysa bu kavrayış eski dünya tasavvurunda tersine “yapıcı” anlam taşımaktaydı. Fakat bu bahsettiğim tam olarak doğru da değildir, çünkü küfürün yapıcı özelliği hala derinden derine mevcudiyetini korur. Küfür yakın arkadaşların veya samimi insanların birbirlerine karşı dile gelişinde bu anlamı taşır. Aralarındaki hiyerarşiyi kaldırır çünkü küfür “yukarı” konumlanışa meydan okur ve onu tekrar “aşağı” çeker. Eski dünya tasavvurunda yapıcı anlam taşımasının sebebi de budur. Yakın tarihli yeni antropolojinin keşfetmeye başladığı gibi; eski kültürler büyüme, yükselme, yukarıya yönelme eğilimlerini hakaret hatta sapkınlık sayarlardı. Bu sebeple yukarıdakini aşağı çeken küfürler yapıcı anlam taşırlardı. Aslında bu kavrayışın da sona erdiğini düşünemeyiz. Günümüz insanı “daha fazlasını istemek” veya “yükselmek”le, “azıcık aşım, kaygısız başım” düşüncesi arasında sıkışmış haldedir.

Dilin nasıl ve neden doğduğu tartışılsa da, toplumsal yaşamı düzenlediği açıktır. Öte yandan küfür bu düzende dengeyi sağlayıcı büyük bir (anti-)güce işaret eder. Sosyal organizasyonu sağlayan sosyal roller ve statüler, her daim naif ve kırılgandır. Temelde çok zayıftırlar. Çok zayıf oldukları için büyüleyici imgelere, ilüzyonlara başvurulur. Kralın herkesten farklı bir insan olduğunun şaşmaz bir gerçeklik olarak kabul edilebilmesi için kafasına taç konulur. Birisinin çıkıp onun soyut öznel kimliğine (yani “krallık”ına), “sen kim oluyorsun bre!” diye soramaması veya buna cüret edememesi için yüksek tahtta oturtulur. Tüm bunlar o büyük gücün, küfürün, yani o muazzam hatırlatıcının yapabileceklerinden korkulduğu içindir. Örneğin bir kabile, kendilerine şef tayin ettiklerinde, o kişiye soyut bir statü vermiş olduklarının bilincindedirler. Şef de statüsünün beyhude bir konum olduğundan haberdardır. Durum böyle iken zaten bir sıkıntı yoktur. Buna karşılık şef gerçekle-soyutu birbirine karıştırıp, örneğin kendisinin ilahi güçle donanmış özel birisi olduğu hayaline kapılırsa ve daha kötüsü bu hayalden hareketle zulüm etmeye kalkışırsa, küfür ona “esas gerçekliği”/”bizatihi gerçekliği” tekrar hatırlatacak, onun soyut statüsünü dünyanın maddi ekolojik döngüsüyle sonlandıracaktır. Artık onun aşağıya inmesinin/indirilmesinin vakti gelmiştir. Yukarıdaki aşağıyla, dünyayla, esas gerçeklikle ilişkilendirilecektir. Böylece küfür soyut sosyal rollere-statülere bedensel/maddi bir mezar kazmış, o statüyü gömmüş, ekolojik döngüyü nihayetine erdirmiş olur. Küfür, soyut statülerin işlev ve yararlarından haberdar olmakla beraber, bunların kendi aklından yaratıldığının ve aslolanın “maddi gerçeklik” olduğunu hatırlatır. Kralın öznel kimliğini gösteren ve yukarıda kalan başını/kafasını, aşağıda kalan kaba et ve dışkılamayla ilişkilendirirken, onu tahtından kaldırıp tuvalete sokup, büyüyü bozar. Böylece küfür, aklın da, ruhun da bedenden ayrımlanamaz olduğunun bilincine (geri) sokar, bunların iki ayrı şey olduğu iddiasına boyun eğmez ve dahası, bizatihi yeryüzünün özelliği olan kaba saba şeylerle alakası yokmuş numarasına yatmaz. Kendisi ancak dil kadar eski olmasına karşın, dilden daha eski bir gerçekliği, “bizatihi gerçekliği” hatırlatır.

Zizek’in “gerçek bir ekolojist öncelikle çöpü sevmelidir” sözünü anarak, günümüz insanının bağırsaklar, kaba etler ve dışkılamasıyla barışık olmasından bahsedilebilir. Buradaki kasıt elbette bir zorlama veya öğreti değildir. Bunların “iğrenç” olduğuna dair imgeler yaşanan steril kültür içinde öğrenilmiştir. Eski dünya tasavvuru ve bilgisinde bağırsak hareketlilikleri, dışkılamak, işemek veya osurmak, tıpkı yemek-içmek gibi sağlıkla ilişkilendirilen göstergelerdi. İnsanın neyi yiyip-yiyemeyeceği veya içip-içemeyeceği gibi hayati özellikler gösteren konularda edindiği bilgi birikimi kadar, dışkıladıklarının özellikleri de hayati önem taşımaktaydı. Dahası, biz bugün dışkının sağlıkla ilişkili özelliklerini hastane tahlillerine devredip, bu olaya çoğunlukla ötekileştirici, göz ardı edici bir anlam veriyoruz. Sanki hiç tuvalete gitmiyormuş gibi yapıyoruz. Oysa eski dünya tahayyülünde bu olay aynı zamanda “yaratmak”la eş sembolik anlamlar taşırdı. Yaratmanın kaynağı; günümüzdeki yaygın kabulle bir zihin becerisi olarak kafa-baş yani yukarısı olsa da, aynı zamanda bol miktarda yaşatılan bir atasözü-espri olarak kaba etlerdir. “Bir fikir sıçılır”, “götten uydurulur.” Bu imgede bel-altının yani dünyanın artık unutmuş gibi olduğumuz (ama aslında bu esprilerde hala ve gırla yaşadığı üzere) yaratıcı niteliği vurgulanmış olunur. Yukarısı yani kafa-baş hiç bitmeyen bir tüketim merkeziyken, bel-altı hiç durmadan yaratan, ortaya çıkaran mizahi bir madendir. Nitekim tuvalet terminolojisiyle ilgili küfürler alabildiğine yıkıcıyken yani yukarıdakini aşağıya indirirken, her daim bir gülünçlük taşır. Bu gülünç öğelere erkek organı ve testisler de dahil edilebilir. Yaratıcı özelliğe ise tekrar değineceğim, çünkü bu bölge aynı zamanda yaşamın kaynağı, doğumun merkezidir.

Bahsettiğim gibi biz günümüz “algı ve bakış açısında” dil kadar eski olan küfürleri yani bu kalıntı sözcükleri anlayamıyoruz. Bu sözcükler milyon yıllık dünya tasavvurunda belki de “kutsal” diyebileceğimiz büyülenmişliğin efsunlu tılsımları (sözler) niteliğindeydi. Hala da öyledir. Şimdiki ataerkil, tektanrıcı, modern kafalarımızdaki duaya denk gelir, diyelim… Fakat bu dua, şimdi anladığımız gibi soyuta (hiçliğe) açılan bir yakarış niteliğinde değildir. Yine bir “isteme” vardır ve bu isteğin gerçekleşmesi için somut bir pazarlık (büyü) söz konusudur. Buna karşılık yukarıdakini indirmek için müracaat edilen güç, dünyanın ta kendisinin hatırlatılmasıdır. Fakat bundan daha derin yanları da vardır.

Aşağı bölgede yani bel-altında dikkat çeken en önemli öğeler, dışkılama, bağırsaklar, kaba etler ve anüsten farklı olarak kadın rahmi, erkeklik organı ve testislerdir. Fakat aslında erkeğe ilişkin öğeler her daim ikincil derecededir. Aslolan kadın rahmi, küfürün en eski, en köklü merkezidir. “Neden küfürlerde ille de kadın bedeni kullanılıyor?” diye sorulur ya hani… Ve yanıtı da genellikle ataerkinin kadın bedeni horgörüsüne dayandırılır. Bu düşüncelerdeki feminist ve özgürlükçü iyi niyetleri anlıyorum, hepten yanlış da değildirler fakat esas meseleden malesef bi’haberler…

Küfürde kadın rahmi, rahme düşme, düşürme hep vardır ve bu olay aksine anaerkinin göstergesidir, fakat bu olayın anlaşılabilmesi için yüz kere düşünmeye ihtiyaç var.

İktidarı kadın rahmi veya kolaylıkla ayrımlanmayacak biçimde ana rahmiyle ilişkilendirme, oraya gönderme (fırlatıp atma), kaba etler ve dışkılamayla ilişkilendirmekten, yani mezar kazan, salt “yukarıdakini aşağıya indirme” özelliğindeki öğelerden daha derin bir anlama gelir. Erkeklik organıyla beraber ele alınan seks imgesinden de. Kadın rahmini dile getirmenin bizatihi kendisi anaerki zamanlarının tılsımlarıdır ve seks imgesinin de merkezini oluşturur. Bu küfür gerek mizahi özellikteyken, gerekse hakaret niteliğindeyken iktidarın en net görünür olduğu durumlarda ortaya çıkar. Mizahi yanı mizahi büyüklenme-böbürlenmelerde, hakaret özelliği ise en büyük zulümlerde, iktidarın en pervasız halde kendisini gösterdiği durumlarda, deyim yerindeyse güç sarhoşluklarında ortaya çıkar ve her iki uç durumda da (yukarıdakini kadın rahmiyle ilişkilendirirken) aynı zamanda çaresizliğin yakarışı olarak, (artık) salt aşağı indirmekten (aşağılamak) farklı biçimde, bağışlayıcılığın erdemine sığınılır.

Bu affetme-bağışlama kısmı kolaylıkla anlaşılamayacaktır. O sebeple biraz daha açalım. Kadınlar için de, erkekler için de, hayvanlar için de geçerli olacağı üzere yaşam kadın rahminden gelir. Bununla, ardında yatan başka bir soyut güç kastedilmez, kadın rahminin bizatihi kendisi tanrı/ça’dır. Yani bu sözle soyut bir tanrı/ça değil, somut bir yaratıcı kastedilir. O, yani kadın rahmi, hem yiyip yutan bir mezar, hem de yaşamın, yaratıcılığın kaynağıdır. Bel-altındaki diğer öğelerin kinayeli bir yaratım alanı oluşu da esasen kadın rahmine yakın olmaktan, ona komşu olmaktan gücünü alır. “Gerçekten de tüm canlılar kadın rahminden doğarken, kimileri onun komşusundan ortaya çıkmış gibidir (espri!).” Zulümün en hasını uygulayan iktidar, bu sebeple ve son çaresizlikle tanrı/ça’yla ilişkilendirilir, ona gönderilir. Tanrı/ça’nın ismini anarak gerçekleşen bu dua ile bel-altındaki diğer öğelerin mezar kazan niteliğinden farklılaşıp, aynı zamanda yeniden yaratılmak istenmiş, bağışlanmış olunur. Belki şöyle meal edilebilir; “sen bana zulüm uyguluyorsun, katlanamıyorum… Her ikimiz de insan olmamıza karşın, birbirimizin dengi olmamıza karşın, sen kim oluyorsun ki bana bu zulmü uygulayabiliyorsun? Seni, yok etmek, öldürmek istiyor ve fakat bağışlıyorum. Bu sebeple seni dünyaya getiren tanrı/ça’ya yani yaratıcıya geri yolluyor, o’na şikayet ediyor, havale ediyor ve oraya gömüyorum. Bu sayede yeniden yaşa. Ya başka birisi olarak yeniden dünyaya gel, ya da şu dönüştüğün kişi yok olsun ve tekrar eski sen ol! Eğer eski sen olursan, bana zulüm uygulamaya kalkışmış olmana karşın seni affederim.”

Affetme-bağışlama erdemi epistemolojik bir soru ortaya koyması sebebiyle belki yine de yeterince anlaşılmamış olacaktır. Einstein’ın hiç bir şeyin yoktan var olmayacağını ve varken yok olamayacağını bilimsel olarak ortaya koyuşu ile eski dünya algısındaki ekolojik döngü tasavvuru birbirine benzer. Bir ölüyü toprağa gömmek aynı zamanda yeni bir yaşam için tohum atmaktır. Mezar aynı zamanda canı burnunda olan hamile bir kadını resmeder. Ölmek-öldürmek aynı zamanda yeniden doğmak, yeniden doğmaya vesile olmaktır. Ölmek-öldürmek bizim modern, ehil ve çizgisel zaman kavrayışımızda sert bir sözcük gibi duruyor olabilir. Oysa eski dünya tahayyülünde çok daha farklı bir anlamdadır. Gece, ölüm gündüz, yaşam demektir. Her yeni gün, yeniden dünyaya gelmek, ölmek ve yeniden doğmak demektir. Daha ötesi; kış ölüm, her bahar ise yeni bir dünya, yepyeni bir yaşam demektir. Vücudun absürt değişikliklerle yeniden tomurcuklandığı ergenlik, saçların aklaştığı orta yaş veya belin büküldüğü yaşlılık, eski kişinin ölmesi ve yeni bir yaşama başlamasıyla anlamlandırılır. Şimdikinden farklı olarak doğum ve ölüm gerçeklikleriyle bir arada yaşayan bu kavrayış ise gündelik hayatta da ciddi değişimler ortaya çıkarır. İnsan günlük hayatta bile sürekli başka birisi olur. Ölür ve yeniden doğar. Nihayet bu kavrayış da sona ermemiştir. Bu düşünce şimdiki hayatlarımızdan örneklendirilebilir. Misal, sevgili veya evli çiftler ayrıldıklarını ilan ettikleri andan itibaren olduklarından başka birilerine dönüşür. Her gün alışveriş yapılan güler yüzlü bir esnaftan veresiye istendiği anda, o kişi başka birisine dönüşür. Biz bunları bugün toplumsal yaşamın çizgisel zaman kavrayışıyla merkeze konduğu bir dünyada basit tavır değişiklikleri olarak görürüz. Oysa eski tahayyülde o kişinin ölümü ve yerine başka birisinin gelmişliğiyle anlamlandırılır. İşte küfürün bağışlayıcı niteliği, gerçeklik algısındaki bu farklılıkla düşünülmelidir. Veresiye istendiği anda başka birisine dönüşen esnaf artık bir çeşit ecinnidir. Her gün konuşup, gülüştüğümüz kişi değildir. Onun her zaman olduğu kişiye geri dönmesi, dönüştüğü yeni soyut kimlikten kurtulabilmesi, o soyut kimliğin yok edilmesi, öldürülmesi, gerçeğin hatırlatılması için onu dünyaya fırlatan tanrı/çanın (kadın rahmi) ismi anılarak bir çeşit büyü yapılmış olunur. Günümüz klişesiyle bir çeşit şeytan çıkarma ayinidir bu. Öte yandan tam ters bir kutsal anlayışına işaret eder.

Affetme-bağışlamayla ilgili (aslında yanlış olmasına karşın yine de paralellikler içeren) şu örnek belki de kavrayışımızı tamamlayabilir. Günümüz ataerkil tektanrılığındaki bir tılsım olan “Allah belanı versin” duası düşünülsün. Bu duanın neredeyse aynı ses ve jestle dile gelen “Allah belanı vermesin” biçimi de vardır. Bu iki dua tıpkı eski kutsaldaki dua gibi çaresizliğin yakarışı olarak dile gelir. Her ikisinde de yaratıcının ismi anılır. Hepsinde de “isteme” vardır. Ninelerimize-dedelerimize sorsak (eski bir gelenek olarak), “bela okunurken” salt yaratıcının ismi anıldığı için, bu dua aynı zamanda olumsuzluk ekiyle çıkmalı, bağışlama içermelidir. Çünkü bağışlamak erdemdir (ve bu erdem bin yıllık değil, milyon yıllık, insanın-kültürün olduğu her yerde geçerli bir erdemdir). Bir kişinin soyut kimliğini tanrı/çanın yani kadın rahminin ismini anarak yok etmek, bel-altındaki diğer öğelerden farklı olarak “tam tersinden benzer (anti-pati)” bir bağışlama anlamı taşır. Bel-altındaki diğer öğelerin değil de, kadın rahminin yani yaratıcının isminin anılması, karşısındakine yeni bir yaşam hediye eden, yeniden doğmasına rıza gösteren bir bağışlamadır. Öte yandan eski kutsal ile yeni kutsal arasındaki farkı da gösterir.

Bizim bugün küfür dediğimiz eski kutsala yani anaerki zamanına ilişkin tılsımlar (sözler) her daim soyuttan (“krallık”) somuta (bel-altı nesnelerine) ve yukarıdan aşağıya doğrudur (iktidarı yerin dibine sokmak). Burası önemli; çünkü eski kutsal nitelikteki küfür kralın kendisine-bedenine değil de soyut kimliğine yani “krallık”ına söverdi, soyut bir statüyü hedef alırdı. Onun krallığını bel-altı nesneleriyle ilişkilendirip somutlaştırırken, kralın esasında dımdızlak bayağı bir insan olduğunu hatırlatırdı. Eski kutsal anlamdaki küfür maddi bedenlere değil de, her daim görünmeyene, soyut olana yönelmişti. İlahlara, statülere, kavramlara, ilkelere, ideallere, bir başka deyişle “değerler”e yönelmişti. Tıpkı bizim memleketin Adana’sında yaygın kullanılanlar gibi… Çünkü iki insanı birbirinden eşitsiz kılan birinin gerçekten kral olması değil, “krallık” düşüncesinin bir norm/değer olarak durumun kendisine uyguladığı baskıydı. Kralın bayağı bir insan oluşu her daim açıklanabilir bir gerçek olmasına karşın, “krallık” düşüncesinin uyguladığı baskı büyüleyici bir güç olarak varlığını hissettirirdi. İşte eski kutsal, varlığı muğlak biçimde sezinlenen ama her halukarda insana baskı uygulayan, günümüzde ilke, ideal, kavram gibi soyut güçleri; cinler, periler, yarıtanrılar, tanrılar olarak imler ve fakat şimdikinin tam tersine onlarla savaşmayı hatta onları yok etmeyi erdem sayardı. Türkiye’de pek bilinmediği haliyle eski dünyada da tanrılar vardı fakat erdem onlara tapınmak değil onlara karşı savaşmak, onları yok etmek, korku ve baskı kaynağı olan güçleri alaşağı ederek özgürleşmekle anlamlandırılırdı. Bu kutsal kavrayışın sona erdiğini de düşünemeyiz.

Yeni yaygın kurumlaşmış tek tanrılığın kutsalında ise her daim (zalim kralın Allah’a havale edilişindeki gibi -“Allah belasını versin/vermesin”) aşağıdan yukarıya, somuttan soyuta doğru olacaktır. Bu kavrayış kralı eleştirmeyi makul bulabilse de, “krallık”ı veya hiyerarşik yapılanmanın kendisini eleştirmeye izin vermez. Nitekim Türkiye’de de bolca karşılaşılacağı üzere bedeni hedef alan ve tehdit özelliği gösterebilecek küfürlerin dile gelişine kızılmaz da, başta “ilahlar” olmak üzere, değerlere küfür edilmesine kızılır. Ne olsa binyıllardan beri süregelen yeni kutsalın, eski kutsalı işine geldiği yönleriyle kendisine eklemlediği (rahman ve rahim olan Allah), işine gelmeyen yanlarını ise törpüleyip dönüştürdüğü bir kültürde yaşıyoruz ve bu dönüşümde küfürler de bayağı bir kavrayıştan hareketle dosdoğru “somuttan somuta”ya dönüştü. Gerek kral için, gerek bir başka iktidara yönelik olarak dosdoğru karşısındakinin bedenini hedef alan somut tehdit özelliği göstermeye başladı. Zannedersem, küfür konusunda ilk akla gelen ve bu sebeple okurun bu yazıda görmek isteyeceği tehdit özelliğine de şimdi (yine farklı bir bağlamla) değinilebilir.

Zamane dünyasında herkesin eşit olduğundan dem vurulur, oysa hiç kimsenin birbiriyle eşit olmadığından da adımız gibi eminizdir. Milyon yılları bulan basit komünal insan kültüründen henüz hepi topu 10.000 yıl öncesinden başlayarak kurumlaşmış hiyerarşik yapılanmaya adım atmaya başladık. Bu yapılanma son iki yüz yılda endüstriyalizm ve bürokrasi ile birlikte iyice normalleşip, hayatın her alanına nüfuz etti ve dünyanın yaklaşık 1 milyarlık nüfusu karmaşık tabakalaşmaya geçti. (Çağ açıp kapamaya pek meraklıyızdır ama yine de bu durumun tamamlanmamış bir süreç olduğunu düşünmek gerekir.) Günümüz modern endüstriyalizminde artık kişiler kendi statüsünün birkaç katman aşağısını veya yukarısını görebilse de (şefler, amirler, patronlar), daha fazlasını doğru düzgün hayal bile edemediği bir makine içinde yaşar. Doğası gereği yukarı konumlanışa meydan okuyan ve milyon yıllık bir dua (tılsım) olan küfür, işte bu sebeple ve bu kafes içinde bolca dile gelme mecburiyetine dönüşür. Bugün küfür, doğası gereği aşağıda olanın yukarıdakini aşağı çekmek için dile geldiği kadar, daha çarpıcı biçimde, yukarıdaki tarafından, kendisinden aşağıda bulunana haddini bildirmek için edilir. Çünkü küfür yasaklanmışlığı sebebiyle dile gelişinde bir prestij gösterisi anlamı taşımaya başlar. Dünyanın belki de en büyük prestij gösterisi, her yasakta olduğu gibi, yasağın kendi konumuna işlemediğini gösterebilmektir. İşte bu sebeple küfür yukarıdakini aşağı indiren, soyutu somutlaştıran “kutsal” anlamından uzaklaşıp, dosdoğru “somuttan somuta” yönelen, tehdit anlamı taşımaya başlar. İşte ataerkil normlardan hareketle kadın bedeni horgörüsüne dayanan cinsiyetçi nitelikteki klişe küfürlerin mantığı da buradadır. Demem o ki; “kimse küfür etmesin” gibisinden naif bir ahlakçılık bu hiyerarşik mekanizmada imkansızdır. Adorno’nun dediği gibi; “yanlış bir hayat doğru yaşanmaz.”

Bilmem yeterince anlaşılır hale geldi mi? Küfür, doğayla özdeş, sınıfsız, ast-üst ilişkisinin kurumlaş(a)madığı basit anaerkil komünal toplumların dünya tasavvurunun “kutsal” denilebilecek tılsımları, bir çeşit dualarıydı. İşte, tam da kutsal niteliğinden gücünü alan bu tılsımların etkisi toplulukta veya insanlar arası ilişkilerde hiyerarşik yapılanmaya izin vermiyordu. Buna karşılık bu sözcükler bugün bizler için bedduaya (kötü duaya) denktir. Oysa eğer anaerkiyi daha iyi anlamak istersek, tam da bu sözcüklerin beddua değil erdem olduğunu veya nasıl olur da erdem olarak yaşatılabildiğini anlayabilmemiz gerekir. Çünkü uzun dönem ayakta kalmayı başarabilen her din, kutsal veya yaşam öğretisi muhakkak “kendi içinde”  tutarlı bir mantığa sahip olmalıdır. Dinler, efsaneler, felsefeler günümüz “biçimsel” seküler-rasyonel bilimselliğinde çoğunlukla yaşatıldığı gibi mantıksız veya abuk değillerdir. Her birinin yanıtlayamadığı veya çelişkili kalan kısımları olsa da, kendi iç tutarlılığı ve belirli bağlamlar içinde mantığı vardır. Biz bugün anaerkinin dualarındaki bize tam ters gelen mantığı kolaylıkla anlayamıyorsak bu yaşadığımız kültürün etkisindendir. Nitekim doğuştan, yükselmenin, daha fazlasını istemenin, biriktirmenin, güç sahibi olmanın normal ve hatta erdeme dönüştüğü, bu yolda güce tapmanın, gücün önünde eğilmenin, itaat etmenin “mantıklı” kaldığı zamane vahşet kültüründe yaşıyor ve öteki türlüsünü düşünemiyoruz. Anaerkide ise herhangi bir otoriteye veya otorite kurma niyetine başkaldırmanın kendisi kutsaldır. Folklor anlatılarında yaşayan ve çoğunlukla zalim krallara meydan okuyan kahramanların hikayeleri eski kutsal düşünce yapısının uzantısıdır. Köroğlu’nun Bolu Bey’ine meydan okuması bize destan gibi görünse de, yaşadığı zamanda ve toplumsalda küfür anlamına gelecektir ve hatta isyanın  her daim düzene karşı küfür anlamına geleceği de kolaylıkla belirtilebilir.

Öte yandan bu düşünceyi tahayyül edebilmenin önündeki engellerden biri de, konuyu klişe küfürlerle değerlendirmemizden kaynaklanır. Bugünün klişe küfürleri çok eskilerde henüz klişe değildi. Evet, bu sözcükler hala vardırlar ve hala güçlü anlam taşıma potansiyelindedir fakat çoğunlukla içi boşalmıştır. Öte yandan aynı sözcükler günümüze gelene kadar küçük değişimler/varyasyonlar/bölünmeler/daralmalarla farklılaşmışsa da, hem başvurduğu nesneler, hem de topografik anlam çoğunlukla aynı kalmış, ama bu süreçte dünyayı algılayışımız, içinde yaşadığımız kültür değişmiştir. Bugün bu sözcüklere çok farklı bir açıdan, çok farklı bir dünyadan bakıyoruz, çok farklı bir dille ve çok farklı jestlerle ortaya koyuyoruz. Eskide kaldığını düşünsek bile, hala devam etmekte olan bu tasavvurdan bugün anladığımız ise genellikle bizim ataerkil, tektanrıcı ve modern zihniyetimizin yansımasıdır.

Buraya kadar ezberden söylenen küfürlerin içeriğindeki topografik mantığı donuk/klişe küfürler üzerinden açıklamaya çalıştım. Oysa küfürün ekolojik karakterinden bahsederken klişe küfürlere övgü dizmeyi amaçlamıyorum. Hatta aksine, burada bahsettiğim topografik mantığın yalnızca klişe küfürlerle sınırlı kalmayacağını, çok daha fazlası için geçerli olacağını vurgulamaya çalışıyorum. Nitekim canlı niteliğini yitirmiş kalıntı/klişe/ezber sözcüklerin ekolojik özelliğinden de kanaatimce bahsedilemez.

Örneğin geçen yüzyılın en önemli sloganlarından biri olan “savaşma, seviş” tam anlamıyla küfürün ekolojik özelliğini resmeder. Çoğunluk, bu sözün küfür olmadığını savunma yanlışlığına düşecektir. Dünyada bu söze aşina veya bu sözün klişe geldiği küçük bir kitle olsa da, bırakınız yarım asır öncesinde ilk popüler olduğu zamanları, bugün bile Amerika, Avrupa, Asya veya Ortadoğu’da yaşayan ana akım zihniyetler için bu slogan provokatif bir küfür sayılacaktır ve küfürdür de. Çünkü “savaşmak” gibi yukarıdakilere özgü, “şanlı”, “şerefli” ve hatta “kutsallaştırılmış” (ataerkil) bir olgu, bel-altına, üreme organlarına ait “sevişme” imgesiyle bir arada dile getirilirken, tam da bahsettiğim topografik mantığı resmeder. Bu söz, küfürdeki ekolojik kutsal mantığı gösterebilecek, henüz yeni yeni klişeleşmekte olan, kısmen canlı nitelikteki bir küfürdür ve ekolojiktir de. Küfürün mantığını anlamak için sözcüklerin kendisine odaklanmamak gerekir. Eğer seks imgesinden hareket eden klişe sözcükler sevişmek ile değiştirilirse yahut bel-altı nesnelerinin kalıplaşmış biçimleri yerine farklı isimler yaratıcı bir dille kullanılırsa, topografik anlam ve nesneler aynı kaldığı gibi dilin canlandığı, güldürdüğü,  iktidarı/otoriteyi salt yıkıcı olmaktan uzak ve aynı zamanda “bağışlayıcı” niteliğiyle birlikte küçük düşürdüğü görülür.

donumuz siyasetten daha temiz.

Küfürün ekolojik özelliğine ilişkin Gezi isyanından bir örnek

Bir rahibe, hahama ya da imama yaşamın kaynağı sorulsa, tanrıya işaret edebilir ve bu yaklaşım “abartılı soyut” bir ifade, derin bir masal ya da şiir anlamına gelecektir. Aynı soru bir tıp doktoruna sorulsa, doktor kadın rahmine işaret edebilir ve bu yaklaşım da, bu kez “abartılı somut” bir ifade olacaktır. Bu örnekle şiirleri, masalları hafif gördüğüm düşünülmesin. Kültür tam da şiirler, masallar aracılığıyla değişir, dönüşür. Öte yandan bu iki yaklaşım arasında asli merkezin bel-altı olduğu diyalektik bir bağlantı vardır. Asli merkez bel-altıdır, çünkü milyonlarca yıllık kültürlerde insanlık nice “değerler” inşa etmiş olsa da, yaşamın ta kendisi anlamına gelen bel-altı imgeleri yok edilemez. “Bel-altı” demek bağırsak hareketleri, kaba etler, dışkılamak veya seks imgelerini işaret ediyorsa da, bunlar aynı zamanda yaşamın ta kendisini demek olan “yemek, içmek, sevişmek”le “bir ve aynı” şeydir. Dolayısıyla anaerkinin kutsalında bizim günümüzde horgörüyle bakılan, toplumsalın sahnesinden sınır dışı edilen “yeme-içme-sevişme”nin tam tersine ibadet olduğunu anlamak gerekir. Bununla birlikte aklı egemen gören aydınlanmacı 19. yy. antropologları bu kavrayışı ilk fark ettiklerinde, anaerki zamanlarını bir çeşit orji gibi düşünme eğilimine girmişlerdir. Oysa bugün bu düşüncenin kendi ataerkil bakış açılarından kaynaklandığını daha iyi anlayabiliyoruz. Hiç bir insan güzel bir şölen sofrasına “hayır” diyemez ve şen insanların kahkahasıyla süslenen bir sofranın günümüzde “şükür” anlamına gelen kutsallığı da milyon yıllık bir gelenektir. Sevişmedeki kutsallığı ise orji gibi değerlendirmek yerine,  dil kadar eski şarkıların, şiirlerin, türkülerin, hikayelerin, dansların içeriğindeki “aşk” temasını hatırlatmak, belki her kutsalın içeriğine sızmış milyon yıllık bir ibadetin anlamını daha iyi gösterebilir.

Devam edelim. Yeni kutsal, yeme-içme-sevişmeyi ibadet gören eski kutsalı “kafir (küfr’den türeme)” sayacaktır. Öte yandan bu yaklaşım, salt nesnel anlamda “yeme-içme-sevişme” demek değildir. Bu durumu Gezi isyanı ile örnekleyeceğim, fakat konusu gelmişken zeka, hayvan ve bel-altı imgesinden farklı kalan, dördüncü tür küfürlerden de bahsetmek gerekir; yani “kafir”, “hain”, “şerefsiz” gibi varolan değerler sistemine sadık kalmayanları dışlayan, kollektif bir değerler sistemi imgelem oyununu bozanları topluluğu arkasına alarak tehdit eden küfürlerden… Bu küfürlerin ne eski kutsal nitelikteki küfürlerle, ne de ekolojiyle alakası yoktur, çünkü aşırı tekrara girer mi bilemiyorum ama küfürün kutsal niteliği, yalnızca güçsüzden güçlüye (aşağıdakinden yukarıdakine) doğru yöneldiğinde ortaya çıkar. Oysa bu küfürler tam da yaygın bir kabulden hareket eden topluluğun “-öteki.”ne linç çağrısıdır. Aşağıdakinin yukarıdakine karşı dile getirdiği küfürde ise topluluğun dikkatini çekmek isteyen bir “imdat” çağrısı yankılanır. Güçsüzün güçlüye ettiği küfür aslında her daim onu güçlü kılan değerler sisteminedir. Küfür etmeyi “seviyesizlik” ve/veya “acizlik” sayan eleştiriler ise değerler sistemini onaylayıp, imdat çağrısını duymayan dalkavukluk olarak görülebilir. Nitekim küfürün “acziyet işareti” olduğu doğru olarak görülebilir –ki zaten tüm bu yazıda belirtmeye çalıştığım gibi küfürler büyü amaçlı tılsımlar, yani bir çeşit duadır. Küfür, aşağıdakinin yukarıdakine müdahale edemediği, haksızlığı görmesine karşın bir şey yapamadığı çaresizlik durumlarında ortaya çıkar, tekrar belirtirsem, çaresizliğin yakarışı olarak bağışlayıcılığın erdemine sığınılır. Seviyesizlik eleştirisine göre ise “aşağıdakiler” küfür eder, “yukarıdakiler”e düşen küfür etmemektir. Bu eleştiri küfürün doğasını doğru tanımlamasına karşın, eleştirinin dile gelişi hiyerarşik mekanizmaları onaylayan türdendir. Kendisi başlı başına küfür sayılabilecek “seviyesiz” sözcüğü ise yukarıda olmayı amaçlayan-kutsayan, aşağıda olmayı ise lanetleyen yeni dünya kutsalını-yarışmacılığını destekler.

“Gezi isyanı” örneği:

Taksim Dayanışması’nın aylarca gösterdiği “direniş”, ağaçlara yapılan müdahaleyle “protesto”ya dönüşmüş, bu protestonun zalimce bastırılmak istenmesi, Gezi “isyan”ını doğurmuştu. Hatırlarım da, isyan günlerinde iktidar yanlılarının en büyük saldırısı başbakana küfür edilmesiyle dillendiriliyordu. Sözüm ona geziyi savunanların ise birkaç kez “oradaki pırıl pırıl gençlerin küfür etmediği”ni söylediklerini bile gördüm. Pehh.

Gezi isyanının AkP politikalarına yönelik birikmiş bir tavır olduğu açıktır. AkP, emeklilik yaşını 68/65’e yükseltirken, tekel işçilerini işten çıkarırken, hem sendikaları yok edip, hem de gölge sendikalar türetirken aslında emekçilerin boğazından geçecek rızklarıyla oynuyordu. Bu girişimler yine bel-altına yönelik saldırılardır. “Hayat yemek-içmekten ibaret değil” midir? Bunu bir de bereketi bol bir dünyada aç kalmamak için çalışmak zorunda olup, karşılığını bile alamayanlara sorun! Çünkü bel-altı demek karnını doyurabilmek demektir. Alkol yasakları da bel-altını imler. Eğlenceyi-gülmeyi yasaklayıp yalnızca verimi artırmak amaçlı bu politikalar ataerkil kölelik sisteminin ta kendisi… Kürtaj tartışmaları da yine bel-altı dünyasına bir saldırıdır.

Benim bu yazıda dikkat çekmek istediğim ise başka. Hatırlanırsa Gezi öncesi yıllarda ve hatta özellikle son bir yılda sık sık “başbakana hakaret edilemez” söylemi yayılmaya başlamıştı. Sosyal medyada yazdıkları sebebiyle işten çıkarılmalar, yumurta atan veya protestocu gençlerin kolluk kuvvetleri tarafından hodbince göz altına alınma haberlerine alışmıştık. İşte tam da geziden birkaç gün öncesinde garip bir şey oldu. Bizzat Erdoğan’ın kendisi, “Başbakan’a hakaret edebilecek babayiğit karşımda göremiyorum” diye konuştu. (Karşısında milyonlarca babayiğit bulmuş oldu, ne ala!) Bana göre ve bu yazının bağlamıyla, bu söz demokrasi ve eşitliği yeni yeni öğrenmekte olan toplumun bam teline dokundu. İlginçtir ki; dünya tarihi nice liderler yanında onların dalkavuklarının “liderimize/ kralımıza/ padişahımıza/ kayzerimize/ öncümüze küfür edilemez” sözleriyle doluysa da, bu kez tam olarak öyle işlemedi. Eğer bu söz yine bir dalkavuğun ağzından çıksaydı, binlerce yıllık bir geleneğin dramaturjisini ortaya koyardı. Nitekim bir süre sonra aynı lider bu sözleri herkesin yeterince işitip, tırsması sonrası çıkıp; “bana hakaret edilmesinin bir önemi yoktur. Benim hükmümün geçtiği topraklarda kimse kimseye hakaret edemez” minvalinde bir söz söyler ve hem herkes alması gereken korkuyu alır hem de lider tevazu sahibi bir insan olarak daha da yücelirdi. Bu durum çoğunlukla benzer dramaturjiyle işler. Aslında AkP’nin bu dramaturjiyi oynatmaktan bile aciz olduğunu Gezi örneğinde gördük. “Yönetmeyi bilmiyorlar” diye buna derim. 😛

Geçenlerde ise Erdoğan kendisine edilen hakaret sonrası açtığı dava sonucunu şu şekilde anlattı.  “Bazı medya grupları bana, arkadaşlarıma, partime her türlü hakareti bu ülkede yapabiliyor mu? Yapıyor. [Aslında demokrasinin göstergelerinden biri tam da budur.] Çok açık ve net ortada. Hatta yargı o kadar, burada bazı yargı mensupları o kadar taraflı davranıyor ki, söyledikleri ne? ‘Bu eleştiriye girer ama siz siyasetçisiniz. Bu hakaret değil, ağır eleştiri’. Böyle de bir manevra yapıyorlar. Dolayısıyla bakıyorsunuz, olumsuz karar veriyorlar.” Anayasa Mahkemesi Erdoğan’ın bahsettiği kararda eski Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy’e bir protestocunun söylediği “defol git. Aptal!” sözüne karşı Sarkozy’nin açtığı davanın sonucunu emsal gösteriyor. AİHM o davada “cumhurbaşkanının vatandaşlarının saygısını hakketiği kesin olsa da hukuka kısıtlama öngören bu düzenleme modern bir demokraside meşru gösterilemez” demişti. Çünkü modern bir demokraside herkes herkese hakaret edebilir, fakat bu durumu Türkiye insanı anlayamıyor.

Örneğin Hollywood filmlerindeki küfürler Türkçe’ye “kahrolası” diye çevrilirken, bunun yanlış olduğunu yıllarca dile getiren Cem Yılmaz’ın argümanı, gündelik hayatta edilen küfürlerin sinemada sahici canlandırılması gerekliliği üzerinedir. Bu argüman yanlış olmamakla birlikte, küfür veya hakaret edilmesini olağan bulan batı demokrasisini açıklamada yetersiz kalır.

Batıda küfürlerin-hakaretlerin olağan bulunmasının sebebi aslında çok daha basittir. İfade hürriyeti alanında kalan küfürlerin özgür olmasının hukuken sebebi, ister güçsüzden güçlüye veya güçlüden güçsüze olsun, ister soyut bir imgeye veya bedene yönelmiş olsun, küfürün yalnızca bir sözden ibaret olmasıdır. Türkçe bir deyişle; “kimsenin ağzı torba değildir ki büzesin.” Öte yandan nefret suçları gibi bazı kısıtlamalar da vardır ve bunlar anlamını hakaretin niteliği veya biçiminden değil, dile getirenin tehdit unsuru özellikler gösterip gösteremeyeceğiyle anlaşılmaya çalışılır. Dolayısıyla hakaretin veya küfürün kendisi değildir, tehdittir yargılanan.

Türkiye aydınımsıları ise “sözlü şiddet” yaklaşımını küfür ve hakarete indirgemeye çalışıyor gibiler. Oysa küfür/hakaret, tehdit içerdiği oranla, güçlü ve güçsüz arasındaki bağlamla birlikte değerlendirildiğinde şiddet içerip içermediği anlaşılır. Tehdit içermediği zaman ise şiddetin tam aksine bir bağışlama anlamıyla dile gelir ve sözlü iletişimin sonunu imler. Örneğin karşısındakini dinlememe emrini almış, “nato kafa nato mermer” bir müşteri hizmetleri yetkilisiyle konuşurken dile gelen son sözcük olur. Pek çoğumuz içinde yaşadığımız normlar sebebiyle fark etmez, ama aslında burada çaresizliğin yakarışından ayrı olarak, aynı zamanda bir kabullenmişlik-bağışlama dile gelir ve çeker gider. Hukukçu değilim ve ayrıntısıyla bilmiyorum, ama sanırım Türkiye hukuku bu kavrayışın tam tersine küfürü şiddetin başlatıcısı olarak kabul eden ve örneğin karşısındakini öldüren bir katilin “anasına küfür edildiği” yönündeki argümanını hafifletici sebepten sayan bir yaklaşıma sahip. Oysa bu yaklaşımın, yalnızca bir sözden ibaret olan küfüre karşı reel bir şiddeti teşvik etmiş olduğu pek fark edilmiyor.

Bu yazıda okurun kafasını birazcık karıştırabildiysem ne ala. Sonucu ise tekrar antropolojik çerçeveye taşıyarak sonlandırayım. Bel-altı demek yeryüzü, dünya, reel gerçeklik demektir ki, bir de bu yazıda pek bahsetmediğim bel-üstü dünyası vardır. İlkeler, kavramlar, metafizik/soyut düşünceler, felsefeler, gelecek tahayyülleri, amaçlar, ahlaklar ve ideallerden kurulu bir dünya; akıl dünyası. Öte yandan tarih, bize aklın dünyada adil bir yaşamı inşa etmekten çok, türlü üçkağıtçılıkları kurgulamaya yaradığını gösteriyor. Ahlak gösterip kadınları köleleştiren, geleceğe gül bırakmak deyip emek sömüren, kavram gösterip don çalan, din gösterip insan öldüren, demokrasi diyip savaş başlatan, bel-üstünü gösterip bel-altını lanetleyen ve tüm bunları bık bık konuşup makul gösterebilen de akıldır. Bel-altı ise tüm bu numaralara kahkahayla gülen reddedilemez bir hakikate sırtını yaslamıştır: herkesin birbirine denk olduğu bereketli bir dünya. Emin olunuz ki; eğer birileri ekoloji mücadelesi adına dünyadaki kaynakların kısıtlı olduğundan dem vuruyorsa, orada bel-üstü dünyasının yarattığı en eski yalanın yeni bir versiyonu oynuyordur.

Edward Norton’un 25. saat filmindeki harika performansının abuk Türkçe dublajıyla sonlandıralım:

ve bu da orjinal sesten:

Academic, Meseller, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | 2 Yorum

GENÇLİK MÜZİK FESTİVALLERİNİN OYUNBİLİMSEL DEĞERLENDİRMESİ; “OYUNBAZLAR, AYLAKLAR, CURCUNABAZLAR”


Gençlik Müzik Festivallerinin Oyunbilimsel Değerlendirmesi; “Oyunbazlar, Aylaklar, Curcunabazlar”.

*****

ÖZET

Bu çalışmada günler süren ama her halukarda “geçici” gençlik müzik festivallerinin oyunbilimsel anlamı tartışılmıştır. Müzik festivallerinin, gençliğin “algısını-bakış açısını” yani “dünyasını” yansıtmak üzere önemli bir araç olacağı düşünülmüş, Huizinga, Turner, Bahtin gibi kuramcıların yaklaşımları ve gerçekleştirilen saha araştırmaları üzerinden festival kültürünün anlaşılması amaçlanmıştır. Araştırmada gençlik müzik festivalleri ile reel sosyal yaşamın ilişkisi açığa çıkarılmak istenmiş, ayrıca festivaller arasındaki bariz yaşantı farklılıklarının kültürel arka planı, katılımcılar/oyuncular ve festival/oyun arasındaki ilişkiler üzerinden oyunbilimsel terminolojilerle ele alınmıştır. Tezde Türkçe literatürde karşılaşılmayan, oyunlar ve oynamak üzerine çalışan bir disiplin olan  “oyunbilim” tanıtılmak istenmiştir.

Tezin kuramsal çerçevesinde mevcut oyunbilim yaklaşımları, oyun hakkında fikir üretmiş (tiyatro) antropologlarının kavrayışlarıyla birlikte tartışılmış ve bu yolla araştırmanın ele alacağı oyunbilim paradigması oluşturulmuştur. Bu paradigma üzerinden  reel sosyal yaşamla gençlik müzik festivalleri arasındaki ilişki “oyun içinde oyun” (meta-oyun) bağlamında değerlendirilmiştir. Mevcut oyun teorilerine ek olarak, oyunların bozulması sonrası da ele alınmış ve “oyunbazlık – curcunabazlık” ara kimlik durumları kavramlaştırılmıştır. Kuramsal veriler ve saha gözlemleri üzerinden festivaller arası farklılıklar ve bu farklılıkların getireceği olası sonuçlar anlaşılmaya çalışılmıştır. Oyunbilimsel terminolojiyle farklı festivallerdeki performansların anlamı, festival ruhu üzerinden keşfedilmek istenmiş ve nihayet yapılan tüm analizler üzerinden oyun ve oynamanın doğasına ilişkin görsel ve yazılı kaynak sağlanmıştır.

Anahtar Sözcükler: Oyunbilim, oyun, meta-oyun, festival, şenlik, sosyal drama, sosyal rol, performans, oyunbaz, kural

Academic içinde yayınlandı | , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

LUDOLOGICAL ASSESSMENT OF YOUTH MUSIC FESTIVALS; “TRICKSTERS, TRIFLERS, FROLICKERS”


LUDOLOGICAL ASSESSMENT OF

*****

ABSTRACT

In this study, ludological meaning of youth music festivals, that go on for many days however are “temporary” in any case, has been discussed. It has been assumed that the music festivals would be an important tool to reflect “perception – point of view” which means “world” of youth, and intended to understand the festival culture through the approaches of some theorists such as Huizinga, Turner and Bakhtin and through some field researches. In the research, it has been aimed to expose the relationship between youth music festivals and real social life, and also the cultural background of clear experimental differences between festivals has been mentioned with ludological terminologies through the relationships between participants/players and festival/play. In this thesis, it has been intended to introduce “ludology”, a dicipline that studies games and playing, which is not encountered in Turkish literature.

In the theoretic framework, current ludology approaches have been discussed along with the conceptions of some (theatre) anthropologists who had produced ideas about “play”, and thus the ludology paradigm which this study would refer to has been composed. Through this paradigm, the relationship between real social life and youth music festivals has been evaluated in terms of “meta-play”. In addition to the current play theories, after the game corruption situation (breaking the rules) has also been covered, and the liminal player identities (the trickster – the playmaker or the frolicker – the curcunabaz) have been conceptualized.It has been tried to understand the differences between festivals and the possible outcomes of these differences, through theoretical data and field observations. Ludological terminology and the meaning of the performances in different festivals have been intended to be discovered through festival spirit and finally, with all the analysis made, visual and written resources about the nature of play have been provided.

Key Words: Ludology, play, game, social roles, liminoid, festival, social drama, performance, rule, meta-play

Academic içinde yayınlandı | , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Kültürel demir perde III / “Türkiye’li”


Bu yazı 21.03.2013 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Irkçı-milliyetçi-etnik unsurlara atıf yapılmadan düzenlenecek yurttaş anayasasının kültürde bulacağı karşılıktan kimsenin tam olarak haberdar olmadığını sanıyorum. Yüzyıllık paradigma nihayet kırılıyor, kırılacağı öngörülüyor. Buna karşılık yeni paradigmanın inşasını oluşturacak dile ise henüz hakim olmadığımıza dair çekincelerim var.

Bizlere bahsedildiği haliyle yeni anayasayla birlikte bu ülke yurttaşlarına nihayet “Türk” değil, “Türkiye’li” denecek. Aslında bildiğimiz çoğu rütin kavrayışın altını üstüne getirme olasılığı bulunan ve etkisi muhakkak on yıllar içinde ancak yerleşebilecek bu değişim, malesef bizim eski paradigmayla yapılandırılmış zihinsel kodlarımızda karşılık bulmaya hazır değil. En başta da dil düzeyinde.

Bu ülke yurttaşlarında milliyetçilik ve faşizm sıradandır. Faşizm bu yazının konusu değil ama yine de bahsedeyim. Faşizm, ırkçılık demek değildir. Faşizm; hiyerarşinin doğallaştırıldığı, düzenin, ast-üst ilişkisine bağlı statüler aracılığıyla sağlanacağı ve bunun kanıksandığı yönetme biçimidir. En net karşılığını militarizmde bulur. Faşizm, ırkçı-milliyetçi-etnik paradigmadan beslense bile dini veya seküler biçimlerde de yerleşiklik kazanabilir. Milliyetçilik ise kendisine atfettiği millet statüsünü (mesela Türk’lük statüsünü), bir hiyerarşi içine (-ki çoğunlukla en tepeye), konumlandırdığı için faşist olur. Milliyetçiliğin karşıtı ise Türkiye yeşil-solunda da kabul edildiği haliyle hoşgörü değildir! Milliyetçiliğin karşıtı, kültür paradigmasıdır. Milliyetçilikle ancak, kültür kavrayışının içselleştirilmesi, dilde karşılığının bulunmasıyla mücadele edilebilir ve çekincem, tam da burada başlıyor.

Bu ülkede “Kürt sorunu” yoktu, hiç bir zaman da olmamıştı. Bu ülkede bir insanın en doğal hakkı olan ana diliyle konuşma, öğrenim görme, kendisini bu dille; hukukta, bilimde, sanatta ifade etme hakkı olan Kürtçe sorunu vardı. Aynısı Lazca ve diğer kaybolmakta olan diller için de geçerlidir. Bunlar kültürel ve tabi haklardır. Kürt’lük statüsünden bahsetmek ise milliyetçiliğe girer, tıpkı Türk’lük statüsünden bahsetmek gibi. Başbakan “her türlü milliyetçiliği ayaklar altına alıyoruz” dedi ama sözünün anlamından kendisinin bile haberdar olup olmadığından emin değilim. Çünkü aslında yeni anayasayla birlikte Türk ve Kürt gibi sözcüklerin tedavülden yavaş yavaş kalkması gerekiyor. Yalnızca bu kadar mı? İngiliz, Fransız, Alman, Yunan, Ermeni, Laz gibi sözcükler de tedavülden kalkacak. -Hadi canım, daha neler!

Ne yazık ki milliyetçiliğin karşıtı olan kültür paradigmasının bu ülkenin ne sağcısında, ne solcusunda, ne yeşilinde, ne de entelinde yerleşiklik kazanmadığı gerçeğinden söz ediyorum. Bu haliyle aslında bizim yeşil-sol cemaate yönelik yazıyorum. Çünkü oluşacak yeni dili ilk inşa etmesi gereken bizim hareketimiz, buna karşılık bizlerin bile yeni dile hakim olmadığını sanıyorum. Oysa bu dili kurabilirsek, bu ülkenin ihtiyacı olan ve ikinci dünya savaşı sonrası 60 yılda nakış nakış örülen Batı kültürel paradigmasına yakınlaşmış olacağız, -yani gerçek anlamda milliyetçilik karşıtı bir dile. Basit bir düşünceden bahsetmiyorum. Denenmiş, deneyimi kanıksanmış, başka yerlerde içselleştirilmiş, gerçek anlamdaki barış dilinden bahsediyorum.

Türkçe’de Fransız (French) sözcüğü tedavülden kalkacak. Artık ya Fransızca (yine French çünkü Türkçe, Fransızca diliyle Fransızı birbirinden ayırarak ırkçı-milliyetçi-etnik paradigmasını yaşatır) diyeceğiz ya da “Fransa’lı”. Böylece “Arap asıllı Fransız” veya “Cezayir kökenli Fransız” gibi abuk sözcüklerden de kurtulacağız.  Bu sözcükler Türkçe’nin ırkçı-milliyetçi-etnik paradigmasının yansımaları. Yeni anayasayla birlikte on yıllar içinde “Kürt asıllı Türkiye’li”, “Boşnak asıllı Türkiye’li” gibi sözcükler, Birgül Ayman Güler’in dilinde görüldüğü ve görüleceği üzere, ülkenin eski milliyetçiliğinin uzantısı olan hareketlerce kullanılacak. Yeşil-solun dili ise hukuğun ve kültürün dili olmalı. Ne kadar erken davranıp yeni dilin pozitif yankısını yaşatmaya başlarsak, o kadar iyi.

Yeni anayasayla birlikte dilde ciddi bir değişim geçirmemiz gerekiyor, oysa buna şimdilik hazır görünmüyoruz. Ciddi ve köklü bir değişim gibi bahsediyorum ama aslında, ayrıntıda istisnaları olsa da, oldukça basite indirgeyebilirim. Türk, Kürt, Laz, Ermeni, İngiliz, Fransız gibi sözcüklere alerji duyalım yeter.  Bir düşünelim; en azından yeşil-sol cemaatimiz bu sözcüklere zaten inceden alerji duymuyor muydu? Bir insanın Türklüğü, Kürtlüğü, İngilizliği, Fransızlığı bizim ne umurumuz!

Örneğin; artık “Türk pop müziği” sözü tedavülden kalkacak. “Türkçe pop müzik” diyeceğiz, -ki doğrusu da hep buydu!

İnsanın Türk’ü, Kürd’ü, Ermeni’si, Fransız’ı olmaz. İnsanın Türkçe konuşanı, Kürtçe konuşanı, Ermenice konuşanı, Fransızca konuşanı olur. Türkler, Kürtler, İngilizler, Fransızlar dediğimiz zaman kendi aklımızda ne kadar hoşgörülü olursak olalım, aslında ırkçılığın uzantısı olan bir dili yaşatırız.

Elbette henüz yerleşiklik kazanmadığı için yeni dilin getireceği bazı handikaplar da var. “Kürt kardeşlerimiz” değil, “Kürtçe konuşan kardeşlerimiz.” Kimi yönlerden zor gelebilir. Bu dilin geliştirilmesi, etnik uzantılarından arındırılması gerekiyor.

“Türk televizyonlarında ilk kez” değil, “Türkiye televizyonlarında ilk kez” veya “Türkçe yayın yapan televizyonlarda ilk kez.”

“Türk tarihi” değil, “Türkiye tarihi” Ayrıca umalım ki, bu tarih Türkiye coğrafyasının daha kapsamlı tarihi olsun. Böylelikle bu ülkenin gerçek anlamdaki kültür tarihine sahip çıkmış olacağız. Ve yeni tarih kavrayışı Orta Asya’dan bahsettiği kadar (Türkçe’nin tarihi), bu topraklarda yaşamış Roma İmparatorluğu üzerinden Avrupa tarihini de içermiş olsun. Bu topraklarda tarih demek, dünya tarihi demektir. Değerini bilemedik, artık bilelim.

Yeşil-sol ideoloji “etnik kimlik hakkı” diye bir şeyden bahsetmez. Bu tam da karşıtı olan bir kavrayış olurdu. Yani bizim ideolojinin bir insanın “Türk” olma hakkına saygı duymak veya bunun mücadelesini vermek diye bir yaklaşımı yoktur, olamaz. Öte yandan Türkçe’den başlayarak Türkçe’nin tüm kültürel uzantılarına dair hakkının da arkasında durur. Kürtçe için de… Çünkü bunlar “kültürel kimlik”lerdir. Aradaki fark anlaşılmadıysa bu yazının önceki bölümlerini okumanızı öneririm. (Kültürel demir perde I ve II)

–          o           –

Yukarıda sorunu basitleştirdim ve basit bir çözüm önerdim. Oysa bu konunun esas çatışma noktaları gelecek on yıllarda göreceğimiz üzere ekonomiktir. Anayasadan Türk sözcüğünün kalkmasıyla Türkiye’de sürüsüne bereket, Türk ve Türkçülükten nasiplenen, dernek, vakıf, ocak gibi, ekonomik kaynağı belli olmayan ama muhakkak bugüne kadar anayasal güvenceden hareketle devlet tarafından desteklenen kurumların ayağının kayması gerekiyor. Bu dernekler, ya yeni yapıya ayak uydurup değişim geçirip, içindeki etnik öğeleri kaldırıp kültür kurumuna dönüşecek, ya da kendi ayakları üzerinde durmasını becerecek. Çünkü artık devlet hukuki anlamda etnik-milliyetçilikten desteğini çekmesi gerekiyor. Eğer çekmezse şanlı Kürt tarihinden bahseden kurumlara da destek sağlaması gerekir veya daha doğrusu şanlı Kürt tarihi, şanlı Laz tarihi gibi bugüne kadarkine benzer inşalara gitmesi gerekir.

Günümüzde Batı’da yasaklanmış olan etnik-milliyetçi kavrayışın yerini yavaş yavaş kültürel paradigma alıyor. Ancak bu tamamlanmış bir süreç değildir. Halen oralarda da ırkçılık, etnisite sayıltıları devam ediyor ama bu hareketlere devlet desteği yok. Türkiye’nin milliyetçileri de elbette temel insan hakkı üzerinden istedikleri düşünceye sahip olabilirler. Milliyetçi olmayın denmiyor. Milliyetçi olabilirsiniz, hobi olarak yine olabilirsiniz, …ama benim vergilerimle değil! Aranızda para toplayıp, Türk veya Kürt olmaya yönelik eylemlerde bulunabilir, kımızın dünya harikası bir içecek olduğuna veya poşunun en birinci icat olduğuna dair kulis çalışmaları yapmaya devam edebilirsiniz.

Tabi, bir de nefret suçu yasası çıkarılırsa tam olacak.

 

Not: Bu yazımı, Yeşil Gazete Sanat bölümünde şu an yayımda bulunan “Yunan edebiyatçı bla bla..” haberini yapan ekip arkadaşıma ithaf etsem mi acaba diye düşünüyorum. :)

Yunanistan’lı edebiyatçı bla bla…” olmasın o! :)

 

Muhabbetle…

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | 1 Yorum

İzmir’de kadınların coşkulu yükselişi ( 1 Billion Rising -İzmir)

This gallery contains 53 photos.


Kadına yönelik şiddeti protesto amacıyla başlatılan ve dünya çapında 1 milyar kadına ulaşmayı hedefleyen “one billion rising – bir milyar kadın yükseliyor” isimli kampanya, aynı anda 182 ülke ile birlikte Türkiye’nin pek çok şehrinde gerçekleştirildi. 27 şehirde ve 55 noktada … Okumaya devam et

More Galleries | , , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Ekolojik sanat’a ilişkin polemik kaygısı 2


Bu yazı 25.12.2012 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Bu yazı üç yıl önce yayımladığım Ekolojik sanata ilişkin polemik kaygısı’nın devamıdır. O okunmadan, bu yazı anlaşılamayabilir. Alternatif medya şenliğinin, “copy right-left” oturumunda, o yazıyı biraz daha genişleterek sundum. Şenliğe katılmamış okurlar için yaptığım sunumu ve kısıtlı zamanda bahsedemediğim birkaç örneği ekleyerek devam ediyorum.

Bu bir pipo değildir.

Vaktiyle, o yazıya gelen eleştirilerden birisi “sanatın ekolojiği olur mu?” gibisinden haklı bir eleştiriydi. Bence de olmaz. Olmamalıydı. Oysa günümüz algısı içinde, domatesin ekolojiği olurken, sanatın da ekolojiği olabilir. Bu anlamda nasıl ki domatesin ekolojiği veya organiği bir yanıyla “öz hakiki domatesi” gösterip, bir yanıyla da endüstriyel yapıyı protesto eden bir sözceye dönüşüyorsa, sanatın ekolojiği de gerçek sanatı tartışmanın ve endüstriyel sanatı protesto etmenin bağlamına dönüşebilir. Bu anlamda şenlikteki oturumun konusunu, hem derinleştirme, hem de daha anlamlı kılma potansiyeline sahiptir.

Bir diğer eleştiri de plak, kaset, mp3 üzerinden müzik için geçerli olanın, divX, avi formatındaki sinema için geçerli olmadığı yönündeydi. Şenlikteki sunumumda temelde bu eleştiriyi örneklerle tartışmak istedim. Ancak kısıtlı zamanda örneklere ve sinema konusuna sıra gelemedi. Yine de bir çerçeve oluşturabildiğimi sanıyorum. Kasti olarak zamane sanat algısına yönelik bir anti-tez niteliğinde ele aldığım ekolojik sanatı, belki de sinemadan da önce edebiyatta ele alarak daha karmaşık hale getirebilirim.

Günümüz Batı uygarlığını besleyen Antik Yunan düşüncesi sanat hakkında en açıklayıcı betimlemelerden birini yapmıştır. Bu aynayı kullanırken, bir yanıyla Batı uygarlığına dahil olduğumuz, bir yanıyla da antik Yunan düşüncesinin bugün Türkiye’sinin ortak kültürel mirası olduğu sayıltısından hareket ediyorum. Antik Yunan; lirik sanatlar ve plastik sanatları birbirinden ayırırken plastik sanatları Hephaistos’un yani demirciler tanrısının yetki alanında, lirik sanatları ise dokuz mousa’ların etkisinde Athena’nın yani bilgelik tanrıçasının yetki alanında saymaktaydı. İkisini birbirinden ayıran sanatçının icranın ortasında yer alıp almadığıyla belirlenir. Örneğin bir ressam stüdyosunda resmini yapar, siler, tekrar yapar ve tekrar silip, tekrar yapma şansına sahiptir. Oysa lirik sanatçının böyle bir şansı yoktur. Bir şair, müzisyen veya oyuncunun sanatı icra edilir ve o an uçup gider. Lirizmde sanat sanatçının kendisidir. Sanat eseri ise bir metayı değil, bir hali, bir durumu, bir olayı veya iletişimi gösterir. Aslında bu düşünce plastik sanatlarda da yanlış bilmiyorsam inceden çıtlatılır. Ernst Hans Gombrich klasik eseri “Sanatın öyküsü”’nde (story of art) plastik sanatlarda da asli olanın sanat eseri değil, sanatçının kendisi olduğunu uzun uzun anlatır.

Antik Yunan’da ilginç olan, dokuz sanatın esin perileri veya tanrıçalarının; şarkı söylemek, müzik aletiyle eşlik etmekle birlikte, şiiri, dansı, destanı ve yanında, tarih, astronomi gibi bugün bilim dediğimiz kategorileri de aynı alana dahil etmiş olmasıdır. Dokuz tanrıçanın ise hangisinin hangisi olduğu bilinmezdi. Yani bu sanatların hepsi birbirine karışmaya meyillidir.

Günümüzde sanat eserinin sanatçının önüne geçmiş olması esas problemdir. Bazı sanatçılar da bu durumdan nasiplenmeye çalışıyor. Bugüne kadar çokça nasiplenmiş olanlar da cabası… Örnekleri öylesine çok ki, sadece bu örnekler hakkında yüzlerce sayfa yazılabilir. Umarım bu konuda, okurlar tarafından akıllara gelenler kaleme de dökülür ve geçmişi hep beraber eşeleyip, bugüne ilişkin farkındalık yaratabiliriz. En basit haliyle, “sahne almadan müzikten para kazanmaya çalışan sanatçı”’dan bahsediyorum. Bu kavrayış kabul edilemez, edilmemelidir.

Bilmem anlaşılıyor mu? …tartışabilmek üzere zamane sanat algısının bir anti-tezinin hatlarını açığa çıkarmak ve eleştiri yapılabilecek alanı geniş tutmaya çalışıyorum. Çünkü aslında müzik için geçerli olanın, edebiyat için de geçerli olduğu iddia edilebilir. Matbaanın icadıyla sesin kaydedilebilmesi benzer durumlardır. Bir zamanların anlatıcısından, günümüzde masabaşı yazarı veya masabaşı şairi türerken, bu olay aynı zamanda stüdyodaki müzisyenle benzer durumda değil midir? Öyleyse belki de kitapları yazarın konferansına, paneline veya belki de hiç akla gelmeyen performatif etkinliğine çağrı olarak görmeliyiz.

Performans sözcüğü günümüz Batı’sında çağdaş sanat kuramcılarında anahtar sözcüğe dönüştü. Çünkü sanata ilişkin sorun, bugün, hem Batı’da, hem Türkiye’de tiyatro algısı ve eğitimiyle ilgili bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Tiyatro kuramcısı, yönetmeni ve American Drama Review’ın editörü Richard Schechner’in söylediği haliyle günümüzün Elizabeth tiyatrosu, konserlerde, disko-bar programlarında, seçim propagandalarında, sokak gösterileri, şenlik, festival ve her türlü happeningde yaşıyor, oysa bu konular konservatuarlarda öğretilmiyor ve nedense tiyatronun ilgi alanına girmiyor. Tiyatro ne idüğü belirsiz bir müzeye dönüşmüş durumda. Bu konu çok daha fazla ayrıntılandırılıp tartışılabilir.

Sinemayı tartışmaya sunumda olduğu gibi pek fırsat kalmadı. Hem, fotoğraf, hem, edebiyat, hem tiyatro, hem müzik, hem dans olabileceği iddiasındaki sinemanın, yanı sıra hem propaganda, hem reklam, hem de belgesel olabildiği de düşünülebilecekken, her halukarda tek yönlü kitle iletişim aracı olduğu unutulmamalıdır. Kısaca anti-tez; bir sürü insanın endüstriyel tavuk çiftliklerindeki gibi daracık alana sıkıştırılıp, bir perdeyi izledikten sonra exit ışığıyla kapıya davet edilmesine sinema der! Tiyatroda seyirciler değilse de, en azından oyuncular zevk alabilirken, sinema oyuncusunun böyle bir olayı bile yok. Aslında ekolojik sanat diye bir şey tartışacaksak (–ki bence tartışılması en azından yeşiller için elzemdir), o, her ne ise, sinemanın onun tam karşıtında duracağı şaşırtıcı olmamalıdır. Ayrıca data meselesinde de sinemanın, “sinemada” izlenmesi gerektiği hatırlanmalı.

Ekolojik sanatın her halukarda sanatçının maddi bedeniyle, o an – orada, yüz yüze iletişim ve ortak katılımla gerçekleşen etkinlikler olarak ele alınmasıyla, endüstriyel sanat veya günümüzde sanatçının önüne geçen sanat eseri anlayışına karşı kavramsal bir direniş yaratabileceği kanısındayım. Bu konuyu açmak ve tartışmak ise sunumumda da belirttiğim üzere alternatif medyanın alanındadır. Yeşil Gazete’nin sanat haber politikasının bu yönde gelecek her türlü katkıya açık olduğunu duyurarak şimdilik kapatıyorum. Söylenecek çok şey var. Söyleyeceklerinizi kayaspage@gmail.com ‘a yollayın.

Basit örnekler;

Tarkan’ın ikinci albümüyle 1,5 milyon satıp mega-star olduğu, Amerika’ya yerleşip, kendisinin öncülleri gibi 2 yılda bir albüm çıkarıp, burnundan kıl aldırmamaya meylettiği zamanları yani çocukluk yıllarımı hatırlarım. Korsan denen kaset-cd kayıt teknolojilerinin gelişip, albümden para kazanılamaz hale gelince, Türkiye’ye dönüp, öpücüklerle, herkese sevgiler yollaması ne kadar da ironiktir!

Altı adet nostalji albümü çıkarıp, bu piyasa çöktükten sonra bir daha göremediğimiz Muazzez Ersoy da bence bir vaka olarak duruyor.

Serdar Ortaç madem büyük bir müzisyendir niçin yılda 70 konser yani 5 günde bir konser verip bilet parasıyla daha çok kazanmayı düşünmüyor? Çünkü o kadar şişirilmesine karşın konserine kimse gitmiyor. Yılda bir kez cips paketi veya kola peti götürerek girilen konserler dışında o stadyumları dolduramaz…

muhabbetle…

Academic, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Yağlı ip


Bu yazı 17 Aralık 2012 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

“We all live in yellow submarine”

John Lennon

****

Yeşiller ve sol “gelecek partisi”nde birleşti. Birleşme büyüleyici güzellikte bir zamanda gerçekleşti.

Yeni parti, kendisine referans olarak Adalet ve Anavatan Parti’lerini gösteren siyasal hareketin vizyondaki temsilcisinin, elinde yağlı iple dolaşıp, ölümden bahsettiği günlerde doğmuş oldu. Ne kutlu! Temsilci, kendisinden önceki referanslardan hareketle, kendisinin de artık öldürülmesi gerektiğini hissetmiş olmalı. İlköğretim kitaplarında okuduğu şişirme padişahlık masallarına tamah ederken, kahramanlığın ancak ölümden sonra gerçekleştiği Türkiye kültürünü nihayet anlamış bulunmalı. Yağlı ipi, iktidardan nasibini alamayan tek örgütlenmeye karşı tehdit olarak gösterirken, konu, ekranlarda, “birileri beni bugüne değin asmış olmalıydı” serzenişine dönüşüyor. Tehditte bulundukları içinse sıkıntı yok. Çünkü onlar da kahramanları olan Deniz Gezmiş ve nicelerinin kaderini paylaşmak üzere yola çıkmışlardı. Ve eğer iktidarın temsilcisi bu yasayı tekrar çıkarmayı başarabilirse pek sevineceklerdir. Aslında herkes sevinecektir. Konu hazır buradayken Ecevit’e bir fatiha okunmalı. Ölümle kahramanlığın bir arada yürüdüğü vahşet kültürüne, allem edip-kallem edip “dur” diyen yasayı meclisten geçirebildiği için. Öyle ki memleketin linç kültürü sevdası içinde, idam karşıtlığını, medyada doğru aktörlerle sahneleyip, sanki bir toplumsal mutabakat gerçekleştirmiş gibi sunmayı başarabildiği için… Helal olsun.

Helal olsun çünkü eğer bu mutabakatmış gibi görünen karar çıkmamış olsaydı, hala nereye gittiğini bilmeyen aktörler öldürülmeye devam edecek ve böylece kahraman olacaklardı. Onların kahramanlık kültleriyle avutulan ve motive edilen yeni gençler ise nereye gittiklerini bilmedikleri hikayelerde maşa olmaya devam edeceklerdi. Ölüm her zaman büyüleyici güzelliktedir. Bu hikayede Deniz Gezmiş’i, Adnan Menderes’ten ayıran ise her zaman teröristlik konumuna düşmek zorunda kalan muhalefetin, zaten nereye gideceği belli olmayan bir oyun oynamak mecburiyetinde olmasıdır. Oysa Adnan Menderes gibi iktidar rolünü yerine getirenden, en azından nereye gittiğinin bilincinde olması beklenirdi.

Şimdiki iktidar da artık nereye gideceğini bilemiyor. Tekrarını oynadığı hikayenin sonunda duran ve bu kez kendi elindeki yağlı ip bunu gösteriyor. Bildiği tek politika; yap-işlet-devret modeliyle sahip olduğu iktidar manivelasını, kendi yandaş sermayedarlarına kar getirecek her yasayı çıkarmaktan kendisini alıkoymaması gerçekliğiydi. Bugüne kadar, yani 10 yıldır gerçekleştirdiği bu eylemle, toplum arzuladığı gökdelenlere ulaşmış durumda. Buna karşılık ne kadar çok olursa olsunlar, toplumun yalnızca %1’inin buralarda oturabildiği de zihinlere dank etmiş bulunuyor. Kapitalizm bu işte. Filmlerde yaşayanı arzulayan bir toplum, filmlerin aslında gösterdiği diğer kısmı yeni yeni fark ediyor. Hareket alanı yok. Çünkü her tarafta inşa edilen (gökdelen olmasa da) endüstriyel apartman dairelerinin kredi borcunu ödemek için hala nereden baksan 5 sene gerekli. Orta sınıfın bir kısmı hala hakkını seslendiremeyecek durumda. Şeytana ilk yandaşlık yapan gruptur bu ve elinden kurtulduğu zaman, yeni solun iktidar tarihini de belirleyecektir.

Son yıllarda iktidarın elindeki tek gerçekliğin de bokunun çıktığı göründü. Görünmesiyle birlikte sol anlam kazanmaya başladı zaten. İktidar, bir zamanlar laiklik, türban, Kürt sorunu, özgürleşme ve değişim simgeleriyle yola çıkmış ama geçen zamanda kendisini övmek isterken, her konunun ekonomiyle ilişkisi olduğunu da açık etmiş bulundu. Nihayet “ağlamayana meme yok” ya da “ekmek aslanın ağzında” felsefesini kendisine kimlik edindi. Perdelerin arkası göründü. Kral çıplak. Her kapitalist sağ iktidarın kaderidir bu. “Bir yere kadar” denir ya hani, o işte. Öldürme ve öldürülmenin büyüleyiciliğiyle kendisini tekrar kutsama ve bellekleri sıfırlama şansı da ortadan kalkmış durumda. Rakiplerini düşmanlaştırarak gittiği yolun sonunda, onları öldüremiyor. Bari bunca ettiği söz üstüne kendisi ölse ama o da yok. Ne kadar güç bir durum. Öylesine güç ki; demokrasi yerine asılmayı arzuluyorlar. Nafile. Yavaş yavaş sönüyorlar… Kendileriyle birlikte, öldürülerek kahramanlaşan, şişirme Menderes ve Özal mitlerini de söndürecekler. Yazık.

Beyaz atlı mütahitlerin çaktırmadan değil, artık caka sata sata orayı burayı parsellediği, öğrenci kılık kıyafet özgürlüğü gibi gösterilenin, aslında tekstil sektörünü canlandırmak istediği, siyaset ve sermayenin bütünleştiği alan görünür oldu. Aslında bunun bir de mafya ayağı var ama o, pkk sorunu çözümlenmiş gibi olduğunda el değiştirecek, ortaya çıkacak. Az kaldı.

Elinde tuttuğu yağlı ip, o yere geldiğimizi imliyor. Toplum, sağcılık neymiş, solculuk neymiş yeni yeni anlıyor. İşin ilginç yanı, Ecevit sayesinde çıkmış olan yasa, tüm tarafgirliklere selam çakıyor. Mustafa Kemal’le başlayan tepeden modernleştirmenin, bir şair eliyle gerçekleştirdiği son ve nihai hamlesi. “Şimdi yapın, ne yapacaksanız.” Memleket insanının görmese de, bilmese de, varlığını hissettiği iktidarın ölüm meleklerinin artık olmadığını farkediyoruz. Terk ettiler bizi. İlk travmalarını ise 10 küsur sene sonra iktidardakilerin halinden anlıyoruz. Bu halleri, bugüne kadar ölümün güzelliği ve basitliğiyle donanan politika yerine, bundan sonrasının ne kadar zor olduğunu hatırlatıyor. “Öldüremezsin.” Artık vatan haini olma özgürlüğü var. Vatan hainliğiyle suçlama keyfi yok. İç düşman martavalı eski bir masal, demokrasilerde yeri yok. Tüm yurttaşlar “bir memleket gibi olan gemide” politik olarak eşit. Rakiplerini gömemezsin, gömülüp kurtulamazsın da. Politikada tek bildiğin “ölümü bile göze almak” denen politikasızlık olamaz. …Ölüm artık konumuz dışında. Demokrasi bu işte, ne kadar basit… Bir de doğrudan demokrasi var –ki o daha karışık… Hele bir demokrasiyi öğrenelim, kırmadan, boğazlamadan.

Muhabbetle…

Yeşil Politika içinde yayınlandı | Yorum bırakın

[Röportaj] Memet Ali Alabora: “Oyun oynayacak mısın? Oynamayacak mısın?”


Bu röportaj 21 Kasım 2012 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Yeşil Gazete olarak, okurlarımız için Memet Ali Alabora’yla bir röportaj gerçekleştirdik. M.Ali Alabora, şu günlerde 1 Aralık’ta sahnelenmeye başlayacak olan “Mi minör” isimli oyunun yönetmenliğini yapıyor. Aynı zamanda oyunun geçtiği Pinima ülkesinin başkanını da oynayacak olduğu ve çarpıcı olacağı şimdiden belli olan gösteriden ayrı olarak, kendisiyle Oyuncular Sendikası başkanlığı hakkında, oyun kavramı üzerine ve hatta kültür-sanat politikalarına yönelik birçok başlığa denk gelecek içerikte, uzun uzun muhabbet ettik. Alabora’ya yoğun prova süreçleri ve Heberler çekimleri arasında bize vakit ayırdığı için teşekkür ediyor ve sizlere yemyeşil muhabbetimizi aktarıyoruz.

****

R. K: “Mi minör” mü? “Pinima” mı?

M.A: Mi minör… Oyunun adı “Mi Minör.” Ülkenin adı “Pinima.” Miminör.net. Oradan görebiliyorsunuz hikayeyi.

R. K. : Ben Mi minör’ü tiyatronun adı olabilir mi diye düşünmüştüm.

M. A. : Hayır, hayır… Tiyatronun bir adı yok. Bir kumpanya değil bu. Bu sadece bir proje. “Mi Minör” diye bir proje. Bunu yapan bir prodüktörün adı madı yok yani. Bir prodüksiyon şirketimiz var ama ayrıca öne çıkan; şu tiyatronun, şu oyunu gibi bir durumuz yok.

R. K. : Mi minör ve Pinima sitelerini incelemeden, yalnızca tanıtım videosunu izlediğimde ilk olarak “Heberler”’deki gibi bir Türkiye parodisiyle karşılaştığımı düşünmüştüm.  Yani izleyiciler tarafından sosyal medyadan izlendiği haliyle… Ama sonradan bakınca aslında Türkiye’yle hiç ilgisi yokmuş da, Orwell’vari bir bilimkurguymuş gibi geldi. Bu oyun fikri bir Türkiye parodisi midir? Yoksa bağımsız bir kurgu hikaye mi?

M. A. : Burası tamamen Pinima. Meltem Arıkan’ın bulduğu bir ülke. Burası Türkiye değil. Amerika da değil.. Herhangi bir yer de değil. …Ama çok ilginç bir yansıması var. O da şu; “abi burası tam Türkiye olmuş ya.” “Burası Tam Kuzey Kore olmuş.” “Abi aynı Türkmenistan.” “Tam Amerika olmuş.” …. Bütün bunları o ülkelerden gelen çeşitli insanlardan ya da yorum yapan çoğu insandan duydum ben.  Yani dolayısıyla bu bir ülkeye ait veya bir ülkenin parodisi olsun diye yapılmış bir şey değil. Bu genel olarak dünyadaki sistemin, bugünkü işleyişin, korku üzerinden işleyişin ve genel olarak ataerkillik üzerinden işleyişin kurgulandığı bir ülke. 0’dan, 3.14 metre yüksekliğindeki Pinima ülkesinde bir yer.

R. K. : Tam olarak otoriteryenlik eleştirisi var mı peki burada? Otoriteryen bir ülke mi burası; korku üzerinden dediğiniz yeri açabilir miyiz? Çünkü otoriteryen mi? Yoksa acaba simülasyon mu demek gerekiyor acaba diye düşündürüyor? Biraz da öyleymiş gibi.. Yani ne kadar otoriteryen? Hatta Otoriteryen eleştiri pek yokmuş gibi de görülebilir mi?

M. A. : Dediğim gibi.. Bir Amerikalı buraya “aynı Amerika” diyor. Ya da başka bir arkadaş başka bir yere benzetiyor. Dolayısıyla hani bu dünyanın heryerinden birşey var içinde. Mesela oyunun içinde bir takım yasaklar var. O yasaklar arka arkaya dizildiğinde inanılmaz absürd duruyor. Ama o yasakların hepsi dünyanın bir yerinde gerçekten var olan yasaklar.

R. K. : “Mi minör” ismi nereden geliyor?

M. A. : Mi minör ismi tamamen Meltem’in tercihi. Kadın sesine çok yakın bir ton mi minör. Biraz onunla ilgisi var. Biraz da kendi tercihi tabi…

R. K. : Hikâye aslında biraz dolaşıyor ama hikâyeyi alabilir miyiz?

M. A. : Mi minör Pinima ismindeki bir ülkede geçiyor. Pinima, demokrasiyle yönetilen ve herşeye başkanın karar verdiği bir ülke. Ve bu Pinima’ya, siz oyuna geldiğiniz andan itibaren girmiş oluyorsunuz. Bu ülkenin bir televizyonu var. Televizyonda yayınlanan dizileri var. Reklamlar var, haberler var. Siz o haberleri izliyorsunuz, kimi zaman haberlerde olanlar halka soruluyor. Sizin yanınızda insanlarla röportaj yapılıyor. Siz de o meydandasınız. Ve başkan halkı için her seferinde yeni düzenlemeler yapıyor. Oyunun temel kurgusu bu. Siz de bunu yaşıyorsunuz. Ama bu sırada bir piyanist var, bir sokak piyanisti. Ve oyun o sokak piyanistinin ince sesleriyle “mi” notalarının yasaklanmasıyla başlıyor. Bunun üzerine piyanist tepkisini göstermek için şarkılar söylemeye başlıyor ve ona yeni müzisyenler de katılıyor, sonra ergenler de katılıyor, isterse seyirciler de katılıyor. Böylece piyanist seyirciyle birlikte, sosyal medya üzerinden de birsürü seyirciyle, dijital oyuncuyla ilişki kurararak Pinima’da olup bitenleri dünyaya yaymaya ve seyirciye de gerçekten olup bitenleri göstermeye davet ediyor. Biz aslında sizi bir gösteri izlemeye davet ediyoruz. Siz bir gösteri izlerken bir oyun başlıyor. Piyanist ve ekibi sizi bir oyun oynamaya davet ediyor aslında. Burada seyircinin en baştan itibaren seçimleri var. 1-) Önce bu oyuna gelecek misiniz? Yoksa sosyal medyadan ne olup bittiğine mi bakacaksınız? Arada yaptığımız canlı yayınları mı izleyeceksiniz? İzledin mi hiç yayınlardan bazılarını?…

R. K. : İzledim. Bugün “düşünce özgürlüğü satıyoruz” denen bir video vardı.

M. A. : Onlar tanıtım videoları, o değil. Pınarın, piyanistin sitesi var. O siteye girersen, orada, o gece çekilmiş canlı yayınlar var. Oradan yapılmış. Seyircilerle konuşuyor. Soruyor. Yani ya seyirci olarak canlı yayınları izleyerek twitleri takip ederek, “ya orada bir şey oluyor”u takip edebilirsiniz. Ya da bilet alıp mekana gelebilirsiniz. Bileti alırken iki tane seçeneğiniz var; ya Pinima halkı gibi onlarla aynı zeminde olacaksınız, orta alanda ayakta olacaksınız iki saat boyunca, ya da tribünden izleyeceksiniz seyirci olarak. Bileti aldınız, geldiniz. Her ikisinden birine karar verdiniz. Yine iki seçeneğiniz var. Seyirci olarak, sadece oyunu izlemeyi tercih edebilirsiniz, -gösteriyi izlemeyi. Ya da piyanistlerin davetiyle oyuna katılmayı tercih edebilirsiniz. Yani her aşamada seyircinin seçim yapmasını beklediğimiz bir oyun aslında.

R. K. : Sosyal medyayla ilgili, mesela piyanist bir twitter hesabı açmış ve oradan yayınlara başlamış bile. Her karakterin bir hesabı var gibi…

M. A. : Her oyun oradan başlıyor. (Şu anda internette misin? Hani neredesin? … :P ) Bak şurada “piyanisti destekle” var. O bizi piyanistin sitesine götürüyor.  Oyun sırasında burada durursan, bu açık kalırsa, sağ tarafta piyanistin attığı twitleri, facebook’ta post ettiklerini ve o sırada yaptığı canlı yayınları izleyebiliyorsun.

R. K : Her karakterin var mı peki?

M. A. : Her karakterin değil. Piyanistin, müzisyenlerin ve ona eşlik eden ergenlerin. Burası piyanistin Ustream kanalı. Buradan, oyun anında izlenebiliyor ama aynı zamanda daha önce çekilmiş videolara da gidebiliyoruz.  Şimdi oyun esnasında çekilmiş bir video izleteceğim. Ve sen yazdığın zaman sana cevap da yazıyorlar içeriden.

R. K. : Yalnız oyun sosyal medyadan ayrı olmuyor. İlle de akıllı telefon, tablet ya da laptop gerekiyor gibi.

M. A. : Yoo aslında sadece ayrı bir katman yaşıyorsun. Tamamen hayat gibi. Twitter kullanmadan da bugün yaşarsın.

M. A. : Bak seyret şimdi. Bunlar bayağı şu anda bir adamın ağzına ekmek tıkılmasını izliyorlar. Sosyal medyadan izleyen için bizim temel kurgumuz aslında seyircinin tepkilerini görebilmeniz. Dolayısıyla her gece farklı bir olay izliyorsun aslında.

R. K. : Sosyal medyadan bu görüntüler izlenebilecek mi?

M. A. : Canlı bu. Canlı kayıt. Bunu evde olsaydın canlı olarak izleyebiliyordun zaten. Bak. Bunlar seyirci, hiç biri oyuncu değil. Başkan çıktı mesela şimdi. Ben oynuyorum.

R. K. : Tepki veriyorlarsa ne oluyor?

M. A. : Veriyorlar, “Yuuuh” falan diyorlar. Bak şimdi tepki veriyorlar bana. Ben diyorum ki “biri çok yemekten öldü” diyorum. Yuhhluyorlar beni. …Silah sıkıldı! Sen evde izlerken şimdi kesilecek burada yayın.. Sonra başka yayına geçecekler.

R. K. : Bir oyunun ne kadar kısmı canlı yayınlanıyor?

M. A. : Toplamda yaklaşık 20 dakika bağlanıyoruz…

R. K. : Çünkü canlı yayınlanıyorsa…  Her seferinde oyun değişiyor ama bütün oyunu izlemiş olacaklar.

M. A. : Aslında ben tamamını da canlı yayımlayabilirim. Bir problem yok insanlar izleyecekse. Şey gibi düşün. Bir yerde bir olay oluyor, toplumsal bir olay oluyor, istiyorsan hepsini izle. Ama orada olmakla, onu oradan izlemek arasında bir fark var yani. Ve de ne olursa olsun, temel konsantrasyon noktamız o yayınları yaparken aslında seyircinin tepkilerini görmek ve göstermek.

R. K. : Peki hocam, ben sizi ve tiyatroya ilişkin yaklaşımınızı biraz daha yakından tanıyorum ancak okurlarımız bilmeyecektir. Arayışta olduğunuz seyirci-oyuncu / oyuncu-seyirci denklemlerine ilişkin ciddi bir deneme, deneysel tiyatroymuş gibi algılıyorum. Nasıl peki içinize siniyor mu? “Yakaladım” diyor musunuz? Belki de “çağdaş tiyatro teorilerine ilişkin özel bir şeyi becerdim, oldu” diyor musunuz? Toparlayamadım ama .. :P

M. A. : Şimdi tabi seninle röportaj yapıyor olmak çok farklı başkasıyla yapmaya göre. Çünkü sen benim ne üzerinde çalıştığımı çok uzun yıllardır biliyorsun. Çok uzun yıllardır üstünde çalıştığım oyun denen şeyin, yani “oyun oynama”nın, tiyatronun, sinemanın, televizyonun sınırlarını aşan bir şey olduğunu düşündüm hep. Bizim esas işimizin de oyun olduğunu düşündüm. Bunu da seninle konuştuk hep. Aslında burada yapmaya çalıştığımız şey de bir oyun kurgulamak ve o bizim oyuncularımıza da, aktörlerimize de, yani her gece bir oyun kurgulayabilmek ve bir oyun oynamalarını sağlamaya çalışmak. Evet, o oyunun da bir kuralları ve sınırları var. Bunların bazıları belli, bazılarını da bu oyunu oynadıkça göreceğiz. Ben mutluyum böyle bir şeyi deneyebildiğim, böyle bir şeyi yapabilmeme inanan insanlarla beraber olduğum için. Meltem’in tekstinden başladı herşey. Benim oyun fikrimle buluştu ve birleşti. Ve onun texti bu oyunun kurgulanmasına inanılmaz bir imkan tanıdı.. Öyle ki yurtdışında dijital oyunculardan bir kısmı “Pinileaks” diye bir şey başlattılar. Pinima başkanının rezilliklerini ortaya çıkaran bir Pinileaks kurdular.. Yine yurtdışında dijital oyunculardan bazıları bir “RPG” fikri geliştirdiler. “Role-playing-game” fikri geliştirdiler. Ve şimdi Pinima’ya ajan arıyorlar. Hani içeride mücadele edenleri bulacak olan… Yani herkeste bir oyun oynama isteği doğuruyor. Ama bunu istemeyenler yani oyunun dışında kalmak isteyenler için de bazen beklenileni vaadetmeyebiliyor. Yani tamamen sizin seçiminizle ilgili birşey aslında.. “Oyun oynayacak mısın? ya da oynamayacak mısın?”la ilgili bir şey. Çok uzun zamandan beri üzerinde çalıştığım oyun oynama kavramı ve oyun oynamak üzerine, -ben istediğimi yaptım yani.

R. K. : Peki buna oyundan ayrı olarak performans olarak baktığımızda, tiyatro olarak, yani bir gösteriye yansıtabilmek var çünkü burada…

M. A. : Evet zor olan oydu zaten. Hep çalıştığımız ve konuştuğumuz şey de oydu. Evet oyun oynayabiliyoruz. Oynatabiliyoruz da. Oyunu kuruyoruz ama bunun bir dramaturgi içinde, dört başı mamur biçimde her gece yapılabilmesini sağlayabilir miyiz? Temel soru buydu benim için yıllardır.. Ben bunu sağlayabildiğim kadarını sağladığımı düşünüyorum ilk oyun olarak. Bunun sınırları nerelere gidecek, yani mesela ben buna yeni bir boyut olarak sosyal medyayı eklerken “aaa sosyal medya çok moda, o da işin içine girsin” diye çıkmadı. Kendi hayatımızın içinden çıktı. Meltem’in de öyle. Meltem benim çok yakın arkadaşım. Bundan üç yıl evvel, sosyal medyayla hiçbir ilgisi yokken ben ona “Twitter’a girmen lazım” diye “bak şöyle, böyle” diye anlatırken…

R. K. : Bu arada siz bunu söylüyorsunuz ama cep telefonu bile kullanmıyordunuz.

M. A. : Kullanmıyordum artık kullanıyorum..  :) Ve Meltem üç yıldır o kadar aktif hale geldi ki, -dünyada çok acayip bir ağ var artık-, dünyanın her yerinden takip edicileri var, takipçilerinin çoğunluğu yabancı ve çok ciddi bir yabancı networkü oluştu. Ve bu oyunun içinde dışardan katkı sağlayanların hemen hemen hepsi onun sosyal medyadan tanıdıkları oldu. Hatta bu oyunun teknolojik altyapısını sağlayan kişi de, şu anda bizimle birlikte olan “nine” adıyla sitede görebileceğiniz kişi bile sosyal medya aracılığıyla tanıştığımız ve şu anda bizim çok yakınımız olan biri. Dolayısıyla bütün bunlar eklenmiş oldu. Yani oyunun bir de dijital oyuna doğru giden bir kısmı oldu.

R. K. : Eh tabi, bir çok sitesi var…

M. A. : Evet dört tane sitesi var oyunun. Bir tanesi “Mi minör” yani oyunun resmi sitesi. Piyanistin bir sitesi var. Piyanistin karakteriyle, yani bu karşı duruşun karakteriyle özdeşleşen bir site.  “Pinima”’nın bir sitesi var. Orası ülkenin resmi sitesi… Bir de bunlardan tamamen bağımsız “Mi minör teknoloji” sitesi var. Onu yurtdışından bir dostumuz hazırlıyor. O sebeple yalnızca İngilizce. Orası size teknolojik olarak kişisel güvenlik, güvenli telefon kullanımı, dijital mecrada teknik bilgiler veren bir blog. Mi minör teknoloji.

R. K. : Tabi hepsinin bir de sosyal medyada yansıması var. Facebook’ta, Twitter’da…

M. A. : Facebook’ta iki tane sayfa var. Biri Mi minör’ün kendi sayfası, kurumsal, reklam için…. Piyanistin bir sitesi var Facebook’ta, o bir kişi gibi yaşıyor, arkadaş kabul ediyor. Facebook o kadarla sınırlı. Ustream’da piyanistin canlı yayınlar yaptığı bir kanalı var. Youtube’da var. Bir de Twitter’da Mi minör teknolojinin ayrı, piyanistin ayrı, Pinima’nın ayrı, Mi minör’ün ayrı hesapları var.

R. K. : Bu oyun, Maçka Küçükçiftlik Park’ta, Caferağa’da yani tiyatro salonunda değil de daha çok konser salonlarında oynanıyor. Bu bir kısıtlama getirir mi?

M. A. : Evet tiyatro salonunun içi boşaltılmamışsa, çok büyük bir black box değilse, o salonlarda oynama imkanımız yok. Ancak ben oyunu en baştan basketbol sahasında oynanmak üzere tasarladım. O salonların 15’e 28 ölçüsü var ve onun yanında tribünler varsa dünyanın heryerinde oynayabiliriz.

R. K. : Peki Pinima, bir devrim sonrası mı öyle olmuş bir ülke? Yoka bizatihi bir ülkeyi mi buluyoruz? Yani Başkanla birlikte mi değişmiş?

M. A. : Bilmiyoruz… Orasını Pinima’yla yazışarak, Pinima’ya sorarak geliştirebilirsiniz. İleride Pinima’ya kanun teklifi de verebileceksiniz. Başkan da onaylarsa kanun teklifleri geçirecek. Böylece o evreni, Pinima evrenini genişletebiliriz.

****

R.K.  : Oyuncular Sendikası olarak SGK İstanbul İl Müdürü ile geçen sene görüşmeleriniz olmuştu. Orada size sanatçıların sanatçı olduğuna dair onay verme yetkisi verildi.  Bildiğim kadarıyla sanatçılar dışarıdan primlerini ödeyerek sigortalarını yaptırabiliyorlar.

M.A. : Görüşmelerimiz hala oluyor. Her gün görüşüyoruz hatta.  2011 yılında torba yasayla birlikte sanatçılara özel bir avantaj ortaya çıktı. 5510 Sayılı sosyal güvenlik kanununa, ek 6 maddesi olarak çıkan bir maddeye göre sanatçıların bir ay içinde 10 günden az çalışmaları olduğu takdirde, kendi primlerini kendileri ödeyebiliyorlar. Üstelik bu primlerde 19 günün primini (bu ilk çıktığında 18 gündü, bu yıl 19 yıl oldu, gelecek yıl 20 yıl olacak, 13 yılda tekrar eşitlenecek) yatırarak 30 güne saydırabiliyorlar. Kişinin sanatçı olduğunu ispat etme noktasında Oyuncular Sendikası yetkili bir kurum. Sanatçının, Kültür Bakanlığı’ndan, meslek birliğinden ya da bağlı bulunduğu sendikadan bununla ilgili onay alması gerekiyor. Ama bu ek 6 maddesinin  işleyişi ile ilgili problemlerimiz var. Bu problemleri SGK’ ya bildirdik. Onlar da sistemde bununla ilgili olan sıkıntıları çözmeye çalışıyorlar. Ama aslında ek 6 bizim tercih ettiğimiz bir uygulama değil.  Biraz ehven-i şer. Yani şöyle bir mantık var burda aslında. Hiçbir şekilde sigortaları yapılamıyor, bari kendileri sigortalarını yapıversinler diye çıkartılmış bir madde bu.  Dolayısıyla kötü kullanıma açık.

R.K :  Bu ek madde 2011 yılında mı çıktı? Sizin çabalarınızla mı çıkmış oldu?

M.A: Evet, 2011 yılında çıktı. Biz  sanatçılar için böyle bir düzenleme istiyorduk.  Aslında taksiciler için yapılmış bir düzenleme sanatçılara uyarlandı.  Biz, bunu geliştirmek ve iyileştirmek istiyoruz.  Bu da  uzun bir süreç alacaktır. Neden sanatçılar için böyle bir şeye ihtiyacımız var? Sanatçıların a-tipik çalışma durumları, yani normaldeki ilişkilerden farklı; iki gün orada, bir gün orada, üç gün orada gibi çalışma durumları… Özellikle oyuncular üzerinden baktığınızda daha çok zamanı oturarak, daha az çalışarak geçirilen bir meslek olduğu için, bir oyuncu için çalıştığınız zamanlar sürprizdir, yani ayrıcalıklıdır. “Bugünlerde işsizim” değil, “bugünlerde işliyim” demek bir sürprizdir. (Gülüyor ) Genelde oyuncu işsiz, az bir müddet işlidir. Onun için bu bizim hedeflerimizden ve amaçlarımızdan biri. Emeklilik priminin ve işsizlik sigortasının mesleğe göre düzenlenmesi. Bu aslında bir ilk adımdı.  Bunu şu anda kullanıyoruz ve eksikliklerini görerek tüketmeye çalışıyoruz, daha iyisini yapabilmek için…

R.K: Peki, sizin bu oyunculuktan , Garajistanbul iletişiminden bugüne kadar gelen süreçte bu sendikayla haşır neşir olmanızın size kattığı neler var?

M. A. : Sendikanın bana kattığı mı?

R. K. : Evet, sendikanın bir oyuncuya, bir sanatçıya kattığı neler var?

M. A: Açıkça şunu söyleyebilirim. Sendikal mücadele içine girdiğiniz zaman, emek mücadelesi dediğimiz,  o yıllardır dilimize pelesenk olmuş, çeşitli politik mecralarda, siyasi mecralarda dillendirdiğimiz şeyin, bir kavram olmaktan öteye, doğrudan yaşantımızın içinde bir şey olduğunu algılamak mümkün oluyor. Benim için bunun algılanması ancak, gerçekten emek mücadelesinin içinde sendikal bir mücadele verince gerçek oldu. Yani “ücret ne demek?” “Benim aldığım şey, ücret.” “Niye ücret?” “İşçiye ücret ödenir.” “Ben niye işçiyim? İş nedir? İşçi ne? Emek ne? Sermaye ne?” Bunların hepsini kavramsal olarak tabi ki biliyoruz. Ama bunu kendi hayatınızda bire bir pratikle yaşamak çok başka türlü bir farkındalık geliştiriyor. Bunun için küçük bir örnek vereyim. Ben, yıllarca bir vize formu ya da buna benzer bir resmi form doldururken, çalıştığınız işyeri kısmına hep serbest meslek yazardım. Fakat, hep kafamın bir kenarında da şöyle bir soru olurdu. Ben buraya serbest meslek yazıyorum, ama aslında ben şu anda, şu prodüksiyon şirketinde çalışıyorum, onun dizisinde oynuyorum ya da filminde oynuyorum diye düşünürdüm. Ama ilişkimizde hep serbest meslek makbuzu kesildiğini ve belge  açısından serbest olduğumu bildiğim için serbest meslek yazardım. Ama bu çelişki hep kafamı karıştırırdı. Artık bugün biliyorum ki, aslında bizim ilişkimiz serbest bir ilişki değil.  Aslında o gün kafamı karıştıran şey,  doğru bir kafa karışıklığıymış. Çünkü hakikaten ben  aslında oraya bağlı çalışan bir işçiymişim. Burada bizim ilişkimizin makbuzla düzenleniyor olması, ilişkimizin bağlılık ilişkisi olduğunu değiştirmiyor.  Yani bunu ve aldığımızın “ücret” olduğunu algılamak… Mesela “paramı alamadım” diyorduk, “para” diyorduk biz ona. Ya da mesela ilk konuşmaları yaparken “taban fiyatın belirlenmesi” diye bir cümle kullanıyorduk.  Oysa fiyat, bir ürün için geçerlidir. İşçiliğin karşılığı ücrettir. Oysa doğru olanı, taban ücretin belirlenmesi . Bu farkları anlamak, bu farkındalığa ermek, bu mücadelenin içinde olunca anlaşılıyor. Dolayısıyla sendikal mücadele de bana çok şey kattı. Yani, bugün herhangi bir yere gittiğim zamanki bütün  iş ilişkilerine başka türlü bakıyorum. Yani benim için bir garson, bir kasiyer başka biri artık. Yani iş ilişkisini okuyabiliyorum, farkı anlayabiliyorum. Bunu idrak ederek anlayabiliyorum.

R. K. : Şimdi şu konuya gelelim. Oyuncular sendikası, telif hakları konusunda Sinema Oyuncuları Meslek Birliği’nin (BİROY) sürdürdüğü bir mücadeleye de destek vermekte. Bize bu süreçten bahseder misiniz?

M. A.: Peki size o zaman küçük bir sürpriz söyleyeyim.  BİROY, 1995 öncesiyle ilgili bir dava açtı, bizim meslek birliğimiz. Ben BİROY’un üyesiyim sadece, yöneticisi değilim.  BİROY’un başkanı Janset, aynı zamanda Oyuncular Sendikası’nın Yönetim Kurulu üyesi. Onlar 95 öncesinde işleri olan oyuncularla  ilgili geniş kapsamlı bir dava açtılar. Yani, dava başvurusunda bulundular. Davayı açmak, savcılığın işi… Bekliyoruz.  Ama bu arada çok müthiş bir şey yaptılar. İspanya’ya gittiler. İspanya’daki Oyuncu Meslek Birliği toplayıcı örgütüyle bir toplantı yaptılar.  İspanya’dan 4 tane filmin telifini aldılar ve buraya geldiler. Bunu yakın zamanda burada tanınan oyunculara dağıtacaklar. Oyuncular ilk defa oynadıkları bir filmden telif alacaklar, ama İspanya’dan… :S

R. K. : Bu bahsettiğiniz Yeşilçam’dan filmler mi?

M. A.: Hayır, bunlar yeni zamanlarda vizyona girmiş 4 tane film.

R. K.: Hangileri? :)

M. A. : Sonra söyleyeyim.

R. K. : Peki, tamam. :)

*****

R. K.: Seferihisar konusundan da bahsedelim biraz. Teos’ un sanatçılar kenti olması düşüncesi, Yeşil Gazete okurlarına çok anlamlı gelecektir.

M.A.: Tunç Soyer (Seferihisar  Belediye Başkanı)  gerçekten çok kültürlü ve çok vizyon sahibi biri.  Zaten Seferihisar’ ı ilk “Cittaslow” yani “yavaş kent” yapma vizyonu da bunun önemli bir göstergesi. Kültürel alana çok önem veriyor. Ama kültürel alanı sadece sanatsal, kültürel, tarihi değerlerimiz olarak değil benim çok uzun yıllardır hep çeşitli mecralarda anlatmaya çalıştığım şekliyle, yani gastronomisiyle, kendi yaşama kültürüyle, tarımıyla, ürettiğiyle, sanatıyla, tarihiyle, kültürüyle bir bütünsellik içinde düşünüyor ve bunun üzerine yatırım yapmak istiyor. Bu kapsamda davet kendisinden geldi, Salih Güney aracılığıyla. Salih Güney de hem bizim üyemiz, hem de arkeolojiye çok meraklı.  Gençliğinden beri çok meraklıymış. Ben de Salih Ağabey’in bu yönünü yeni öğrendim.  Teos’un şöyle bir özelliği var; Teos, Efes kadar, Bergama kadar büyük bir İyon kenti. Milattan sonra 300’lü yıllarda birçok İyon Kenti’nden dışlanan sanatçılar, oyuncular, Teos’ta bir araya gelmişler ve Teos’ta prodüksiyonları üretmeye başlamışlar.  Milattan sonra 3. yy.’da, Teos’ta, ilk Oyuncular Birliği’ni kurmuşlar. Tiyatronun öncülüğü olan Dionisos şenliklerinin bir Diythrambos’a dönüşerek tiyatro olmuş halinin Tanrısı sayılan, Dionisos’un, dünyadaki en büyük tapınağı da Teos’ta. Başkan bizi oraya davet etti. Biz de Dionisos Tapınağı’nın kalıntılarının orada, ev yapımı şaraplarla, Teos zeytinleri ve peynirleri eşliğinde yeniden dünyanın ilk oyunculuk örgütüne bir selam göndermiş olduk, o topraklarda kurulmuş  yeni bir oyunculuk örgütü olarak…

R.K.:  Peki, daha sonrası için de planlar var mı?

M.A. : Evet,  Tunç Bey’le ve Seferihisar’la ilişkimiz devam edecek.  Belki,  Avrupalı oyuncular, Avrupalı oyunculuk örgütleri için de Seferihisar’ı bir çekim alanı haline getirmek ve uzun vadede de yine Seferihisar’ı kültürel ve sanatsal anlamda bir çekim alanı haline getirmek için ortak çalışacağız.

R.K.: Yüksel Aksu’yla birlikteliğiniz de çok güzel. Bu da, bizim okurlar için çok yabancı olmayan şeyler.  Özellikle “Entelköy Efeköy’e karşı” olsun, “Dondurmam Gaymak” olsun, bunlar hep eskiden beri bizim insanlara sunduğumuz yeşil fimler… Bu projeler daha devam edecek mi?

M.A: Yüksel benim çok yakın arkadaşım. Bu oyunu yaparken de Yüksel geldi, belgeselini yapıyor mesela. Oyunun belgeselini yapıyor ekibiyle birlikte. Dolayısıyla bizim Yüksel’le birlikteliğimiz devam edecek. Film mi çekeriz, rakı mı içeriz değişir ama biz çok eski arkadaşız. Dondurmam Gaymak’la başladığımız ve Entelköy Efeköy’e Karşı’yla devam ettiğimiz şeyin içinde de, aslında Mi Minör’e dönersek, “oyun”la ilgili bir şey var. Dondurmam Gaymak, benim için bir oyun deneyiydi.  Oyun dediğimiz şeyi, oyunun çıktığı coğrafyalardan birtanesi olan Karia coğrafyasında, Karia halkıyla birlikte yansıtabilmekti aslında orda yaptığımız şey. Entelköy Efeköy’e Karşı’da da buna benzer bir şey yaptık.  Dolayısıyla Yüksel’le olan bağlantımız, profesyonel birlikteliğimiz, arkadaşlığımızın ötesinde iş üretmek üzerine kurduğumuz birliktelik, böyle bir oyunu temel alan bir yerden geliyor.

R.K: Aynı zamanda yerelliğe de uzanıyorsunuz.

M.A.: Eh tabi o sonuçta kendi coğrafyasına çok bağlı. Bir Ula’lı (Muğla), Karia halkından gerçek bir oyuncu … Daha doğrusu Yüksel, çok acayip bir oyunbaz, çok iyi bir anlatıcı, oyunkuran, oyunbozan, oyun-yapan, sadece bir yönetmen olarak değil, kişi olarak da öyle bir adam… Keçi zaten, tipi de keçi. :) Yani tam anlamıyla keçi… Keçi, bizim atamız.  Oyunculuğun atası.  Çünkü çok oyuncu bir hayvan keçi. Yani biraz belki oralara bakılmış. Onun için satyr var yani. İşte, bütün bunların birleşimi Yüksel’le iş üzerinden birlikteliğimizin temel nedeni. Ama onun dışında çok iyi arkadaşız.

R. K. : Zamanında Barışarock festivalinde bayağı aktiftiniz. O sloganınız hala yaşıyor. “Sensiz bir kişi eksiğiz!” O sizin gençliğiniz miydi? :) …Ve şimdi festivaller üzerine bir şeyler dönüyor. Bu durumu siz nasıl görüyorsunuz?

M. A. : Sen tabi festivalcisin. Bu sadece festivallerle ilgili değil. Burada kültürel anlamda genel bir mesele var. Bu kimilerine göre gayet olumlu, kimilerine göre ürkütücü, kimilerine göre şaşırtıcı olan bir dönüşüm içinde Türkiye. …Türkiye dönüşüyor. Ama daha muhafazakar bir yere doğru dönüştüğü kesin. Bu muhafazakar algı içinde kültür-sanat alanı sürekli bir mesele olmaya başlıyor. Bu tür dönüşümlerde benim genel tecrübem; dünyada sonda iki şey öne çıkar, biri kültür-sanat alanı, diğeri de kürtaj… Biz bu ikisini geçen sene bolca konuştuk. Bu dönüşüm içinde festivaller de, tiyatrolar da diğer alanlar da etkileniyorlar. Dolayısıyla o bütünün içinde düşünmek lazım.

*****

R. K. : Sayın Pinima başkanı, iki partiden birden aday olmanız oyları bölmez mi?

M. A. : Demokrasilerde halkın sözü çok önemlidir. Onun için de, ben, iki partide karar kıldım. Çünkü halkım konuşmasa bile ben onları dinliyorum!

Röportaj: Ramazan Kaya / Yeşil Gazete Sanat Editörü kayaspage@gmail.com

Fotoğraflar: Rana Almaç

Mi Minör Hakkında;

KüçükÇiftlik Park

1 Aralık 2012 Cumartesi, 21.00 (PRÖMİYER)

2 Aralık 2012 Pazar, 18.00

5 Aralık 2012 Çarşamba, 21.00

9 Aralık 2012 Pazar, 18.00

Caferağa Spor Salonu

13 Aralık 2012 Perşembe, 21.00

20 Aralık 2012 Perşembe, 21.00

Yazar: Meltem Arıkan
Özgün Müzik: Evrim Demirel
Yönetmen: Memet Ali Alabora
Yapımcı: EEMPCM
Uygulayıcı Yapımcı: CPM/Cem Görk
Sahne/Kostüm/Işık Tasarım: Kerem Çetinel
Ses Tasarım/Görsel İşitsel Uygulama: Filika/Selçuk Artut
Video Filmleri Yönetmeni: Özgür Uyanık
Oyuncular:
Anıl Eroğlu
Barış Yalçınsoy
Bora Cengiz
Can Kahraman
Coşku Cem Akkaya
Deniz Çakır
Ege Arıkan
Fuat Onan
Gizem Yağız
Gözde Seda Altuner
Memet Ali Alabora
Onur Ay
Öznur Serçeler
Pınar Öğün
Sennur Nogaylar

Röportaj, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Yeni partiye; isim, logo, slogan


Bu yazı 01.11.2012 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Hoşbulduk… :)

Bendeniz askerdeyken yeşil harekete uzak kaldım. EDP ile yeni bir parti kurularak sonuçlanacak olan birleşme  yolunun şu güne kadarki sürecinde de aktif rol alamadım. Bildiğim kadarıyla Haziran ayında gerçekleşen kongre, Yeşiler Partisi’nin birleşme sürecini organize edecek Parti Meclisi ve MYK’yı oluşturdu.

Tam ben askere gitmek üzereyken yeni partinin ismi  tartışmaları başlamıştı. Bu konuda gelişmeler ne alemdedir bilemiyorum. Bu konuda hem fikrimi belirtmek, hem de tartışmayı gazete aracılığıyla şeffaf bir zemine taşımak istiyorum.

Geçenlerde bu yönde yapılmış beyin fırtınasının yer aldığı eski bir e-maili inceledim. Gördüğüm kadarıyla yeşiller içinde çoğunluk benzer düşünmekle birlikte, yine çoğunluk benimle benzer çıkmazlar içinde.

Elbette her iki partinin üyeleri de önemli olanın isim değil de örgütlenmenin ve ekolojik sol mücadeleyi hakkınca gerçekleştirmenin başarı sağlayacağında hemfikirdir.  (Yine de bu yönde gelecek bilgiçliklere karşı ekstra belirtme ihtiyacı duydum.)

Yeni partinin tüzüğü, iç örgütlenmesi ve ilkelerinin, doğrudan demokrasi yöntemlerince tartışıldığından eminim. Bu yönde çalışan arkadaşlara da güvenim tam. Ben daha çok yeni partinin ismi, logosu ve sloganına odaklanmak istiyorum.

İmaj çağında hele ki yeşil ve sol hareketlerin yeni (ana akım) medya düzeninde kendisine yer bulamaması düşünülünce, tıpkı alternatif eylemlilik modelerinde olduğu gibi anaakım düzen partilerine kıyasla aslında bizim çok daha yaratıcı olmamız gerekliliği ortaya çıkıyor. Üstelik Selim Türkhan’ın seçimlerde oldukça etkili olduğunu da unutmamak gerekiyor. Buna karşılık Gülen Cemaati’nin yaptığı gibi dünyaca ünlü çağdaş imajmakerlara parayı verip, düdüğü çalabilecek durumda değiliz. Açıkçası daha önceki yazılarımda da belirttiğim üzere Ak Parti’nin kurulurkenki başarısında logosundan ismine, sloganından Ankara’daki merkez binasının mimari yapısına kadar sembollerin kullanımı müthiş başarılıydı. Keşke bu kadar ileri teknikleri kullanan partinin altından zaman içinde görüldüğü gibi taşra despotları çıkmasaydı.

Bence isim konusunda Türkiye’deki en başarılı örnekleri Anavatan Partisi, Ak Parti, Refah Partisi ve Genç Parti oluşturur. Bunlardan üçü zaten iktidar olduğu gibi Genç Parti ise ne tüzüğü, ne parti içi demokrasisi, ne ilkeleri, ne de projeleri tartışılmadan %7 küsür oy aldı. Bu isim genç ve apolitik Türkiye’de o kadar pozitif bir çağrışım ki; aynı isimle şimdilerde medyatik bir sima liderliğinde yine bir parti kurulsa %3 oyunun cepte olduğunu iddia edebilirim.  Daha eski partiler de bu tartışmaya eklenebilir ancak o isimlerin yaşatıldığı zamanları bizzat deneyimlemediğim için fikir beyan edemem. Benim gözlemlediğim kadarıyla Türkiye’de kurulmuş 60 küsür parti arasında yukarıdaki isimlerin başarısı, tek kelime olmasıyla ve o sözcüğün de ideoloji hatırlatmamasıyla ayırt edilir. Yani toplum CHP, DYP, DSP, SHP, ÖDP, BDP, DTP, TKP gibi isimlerden sıkılmış durumda. Kusuruma bakılmasın ama bizimle benzer tüzük ve mekanizmalara sahip olduğunu sandığım ve bizimle benzer evrensel düşünce değerlerine yönelmiş EDP ismi de bence başarısız bir isim örneğini oluşturuyor. Bunlar ismiyle hemencik eskiye uyumu anıştırmakta. Oysa Türkiye sığ siyasetinde toplumun her zaman yeni olana meylettiği gözlemlenebilir.  Aynı torna atölyesinden çıkmış gibi duran bu kısaltılmış üç harflere nazaran DSİP, EMEP, ANAP gibi dört harflilerin bile daha yaratıcı olduğunu sanıyorum. Yeni bir soluk iddiasında olan her partinin sembollerinde yeniliğe gitmesi, ilk duyuşu pozitif yönde etkilemekte, merak uyandırmaktadır. Ak Parti’nin AKP olmadığını, buna karşılık eskiden kalma partilerin de Ak Parti’yi ille de AKP olarak yani eski seslerle çağırmasında yaşanan gerginliğin esas anlamı budur. Eskiler “sen de bizdensin” dedikçe Ak Parti “hayır, ben yeniyim” dercesine bağırmaktadır.

En çok yeşil partilerin merak edilmeye ihtiyacı var. Türkiye toplumunda özellikle milli eğitim aracılığıyla oluşturulmuş basmakalıp düşünce biçimlerinin neredeyse tümden reddi ve ters yüz edilmesi anlamına gelen ekolojik düşüncenin idrak edilebilmesi için daha çoook zamana ihtiyacımız var. Zaten bizim ve yeni kurulacak partinin de iktidar hedeflemekten ziyade ayakları yere basan sağlam bir muhalefet gerçekleştirmek üzere yola çıktığımızı sıklıkla belirtiriz.

Örneğin e-maillerden gördüğüm kadarıyla yeni partinin ismi için çoğumuzun kulağına “Yeşil Demokrat Parti” veya “Yeşil Demokrasi Partisi” hoş gelmektedir. Bence de bu gösterge aslında tam temsil yeteneğine sahip. Ve hatta Yeşiller’in Yeşili ve EDP’nin Demokrasi’sini alarak tam bir ortaklığı hatırlatmakta. Dahası kısaltılmışı YDP olan bu isim, ses olarak da hem Yeşiller’i, hem EDP’yi anıştırmakta. Buna karşılık bu isim tam anlamıyla eski sesleri hatırlatıyor. Bence bu isimle, kulağımıza hoş gelse de eskiden kalan zihinlerimizin bir ilüzyonuyla karşılaşıyoruz. Aldanmayalım. :) Benim aklımda pozitif bir anlam taşıyacağına inandığım ve kısaltılmışı yine YDP olan “Yeşil Dünya Partisi” var. Bu ismin Türkiye’deki milliyetçi zihniyeti kırabilecek ve küresel bir hareket olduğumuzu anımsatıp, merak uyandırabileceğini sanıyorum ancak bu isim de eski sesler içine sıkışacaktır. Aynısı Yeşil Sol Parti dediğimizde de karşımıza çıkar ve bir arkadaşımızın da belirttiği gibi bizi sol içine sıkıştırır. Sol sözcüğü ise Gündüz Vassaf’ın da sıklıkla belirttiği gibi Türkiye’de daha en baştan lanetli durumdadır.

Yeni kurulacak partinin isminde demokrasi, eşitlik, sol, cumhuriyet, işçi, halk, sosyalist, komunist gibi, daha anlamı içselleştirilemeden içi boşaltılmış sözcüklerin geçmemesi gerekir gibime geliyor. Bu durum yalnızca Türkiye’yle sınırlı değil, dünyada da benzer bir eğilim var ve bunun en güzel örneğini aslında Yeşiller Partisi ve yeşil partiler teşkil ediyor. Bir de elbette Korsan Parti’yi anmak gerekiyor. Bunlar hem tek kelime ve hem de o tek kelimeyle çok net bir anlamı vurgulamakta. Aslında Yeşil sözcüğü de bir ideolojiyi ve hatta yeşil-sol bir ideolojiyi vurgulamasına karşın en azından Türkiye’de henüz içi boşaltılmamış durumda. Tek kelimelik parti isminin yeşil sözcüğü harici alternatiflerini de çokça (özellikle nöbetlerde :P ) düşündüm. Doğa partisi, yaşam partisi, hayat partisi, can parti veya Avrupa’daki Korsan Parti gibi “tepki politikası” üreten ve günümüz Türkiyesi’nde “Kara Parti” ismiyle imgesel olarak vurucu etki yaratabilecek oldukça net isimler veya çok daha farklı türevleri düşünülebilir. Ancak hiç birinin dış politikada kendisini temsil ederken yeşiller kadar net bir duruş sergileyemeyeceğini sanıyorum. …Politik anlamda yeşil sözcüğüne ihtiyacımız var.

Bildiğim kadarıyla her iki parti de yeni isimde “yeşil” sözcüğünün geçmesinde mutabık durumda. Zaten partideki arkadaşlarla birlikte benim de çıkmazım, tam da burada başlıyor. Yeşiller Partisi veya Yeşil Parti isminin tek başına gerekli isim imajını verdiği kanaatindeyim. Aslında Ak Parti’nin yaptığı ve Türkiye’deki parti isimleri arasında kendisini benzersiz kılan yani tek kelimenin açılımıyla Adalet ve Kalkınma Partisi dedirten özelliği güzel bir icat. Buna karşılık anladığım kadarıyla isimde böyle bir yaratıcı-açılım sağlayamıyoruz.

Logo konusunda ise son zamanlarda EDP logosunu daha anlamlı bulmaya başladığımı belirteyim. Aslında Yeşiller Partisi’ne ilk üye olduğum zamanlarda hem ayçiçeği logomuzu ve hem de “yüzünü güneşe dön” sloganımızı çok sever ve çok anlamlı bulurdum. Bu ikisi dünyadaki yeşil partilerde de çoğunlukla ortaklaşmış durumda. Her haliyle güneşe benzeyen ve güneşi takip edişi en belirgin çiçek olan “sunflower”, İngilizce’de ve sanırım çoğu diğer dillerde de ses ve slogan uyumu açısından bizdekinden çok daha estetik duruyordur. (Türkçe’de neden güneş değil de ay çiçeği denmiş? Ne alaka?)

Çok severdim ama EDP’nin ağacını hem daha anlamlı bulmaya başladım ve hem de bizim memleket insanının ağaç imgesini güneş imgesinden daha değerli bulacağını sanıyorum. Ağaç sağlamlığıyla, gölgesinin serinliğiyle, bereketi temsil etmesi ve çocukluk çağı çağrışımlarıyla Türkiye’de yeşil-ekolojik algıyı daha iyi temsil eder gibime geliyor. Avrupa’da yeşil partilerin güneşle özdeşleşmesi oraların iklim şartlarıyla da ilişkili. Buna karşılık Türkiye gibi daha güneyde kalan bir ülkede güneş ancak kavuruculuğundan kaçılması gereken bir imgeyi temsil ediyor. Dahası “yüzünü güneşe dön” demek, yüzünü kıbleye dönmekle özdeşleşmiş bir sesin yaşadığı kültürde en fazla İbrahim hazretlerinin bakıp anlamsız ve yalan bulduğu bir mitosu hatırlatmakta… Kısaca logo konusunda Avrupa’daki logolardan farklı olarak ağaç üzerine kurulu bir logonun toplum zihninde pozitif karşılığını daha iyi bulacağını sanıyorum.

Ağaç figürü görseldeki pozitif anlamına karşıt olarak nedense ses anlamında çoğunlukla negatif çağrışım yaratıyormuş gibi. Elbette yaratıcı birşeyler bulunabilir ki zaten sloganın tek olması da gerekmiyor.  Sloganda ekolojik ve kuvvetli etkinin bizim memleketin kültürel zihninde daha çok “toprak” sesi ve sözcüğüyle sağlanacağını sanıyorum. Ayağını toprağa basmanın, elini toprağa değdirmenin, yeniden ve fütursuzca inşa edilen mütahitler iktidarındaki Türkiye’de, betonlaşmaya karşıt duran ortak kültürel zihnimizde pozitif çağrışımlar yaratacak sloganlara gebe olduğunu sanıyorum.

Muhabbetle…

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | 1 Yorum

Askerdeyim askerde..


Bugün İzmir, yarın İstanbul.. 35 – 34. Son çeyreğe giriş yaptım.

 

Merak edenlere sevgiler.. 🙂

Academic içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Efkarlı piyon


Bu yazı 29.03.2012 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

*****

Söz arasında ‘BEN’ dedikçe bu söz ‘CAN’a imâdır, dersin.

Şebüsteri, Gülşen-i Râz

*****

“Gitmesem olmaz mı?” dedim, “olmaz!” dediler. Askerlik şubesindeki zarif hanımefendiyle durumum hakında konuşuyor olsak da, konu bizi aşıyor. Konuşmuşuz, konuşmamışız bir şey farketmiyor. Karar ne benim, ne de olmaz diyenin. Hakkımdaki karar, soğuk bir levhaya yazılmış. O levha da efsanevi bir dağın zirvesine konulmuş. Fotokopilerine bakabilirsiniz ama orjinaline ulaşılamaz, oraya gidilen yol sorgulanamaz, kesinlikle değiştirilemez… Üzerimde, bedenimde, yaşamımda söz sahibi ol(a)mayan bir piyonum BEN.

Ulus devlet martavalları

Neo-liberal dünyada devletin ve sermayedarların beleş beleş emek sömürdüğü için askerliği şakşaklamasını anlarım da, gariban yurttaşların aynı dil ve bahaneleri tekrarlamasına kıl oluyorum BEN. Devletimiz, milletimiz, vatanımız’lı cümleler kuran bu güruhlar tv’de gördüğü ünlü politik starların papağanca taklidini mi yapıyor; yoksa bana mı öyle geliyor? Aradaki fark bunların elinde mikrofon olmaması. Biyz’li cümleler kurup milyonları sahiplenen bu aklı-cevvaller sorulsa aynı apartmandaki komşularını tanımaz. Sokağında kim oturur, kimin bir ihtiyacı var bilmez. Yine de büyük laflar etmeye pek meyillidir; hele ki klavye başında. Bu durumu özellikle online medyadaki okur yorumlarında görebilirsiniz. Zaten sokakta, kahvede, parkta, otobüste birileriyle, birebir samimi bir atmosferde iki çift laf etseniz anlaşamayacağınız, uzlaşamayacağınız insan yoktur çünkü o atmosferlerde vatan-millet sözcükleri beş para etmeyen sahte sözcüklerdir. O hâlde kim vatanım dese, “iyisi mi sen politikaya atıl” esprisi patlar. Ne de olsa beton-millet-sakarya sözcükleri daha çok “demeç”lerde yaşar.

Türkiye toplumsal iletişiminde kayda değer bulduğum ender aydınlardan birisi olan Gündüz Vassaf, ulus devletlerin çökmekte olduğundan bahsediyor. Aslında kitaplarına nazaran köşe yazılarında oldukça nazik davranıyor, belki de davranmak zorunda kalıyor. Ulus devletler çoktan çöktü. Hortlak, sadece ehlileştirilmiş kitlelerin dilinde dolaşmaya devam ediyor. Dünyada, sermaye hudut-mudut tanımıyor ama devletler ve şirketler sermayenin ülkesine gelmesi için türlü numaralar yapıyorken, dikenli teller ve mayınlarla çevrili sınırlar içine hapsedilmiş insanlar ise küresel bir firmada çalışabilmek için, çok afedersiniz, götünü yırtıyorken, hangi ulus devletten bahsediliyor? Dünyanın ilk tarımının gerçekleştiği ve böylelikle ilk bitki evcilleştirmesinin yapıldığı yani kendi haliyle kocaman bakla tanelerinin, yemişlerin, meyve ve sebzelerin evrildiği bu topraklarda yaşayan insanlar açlık sınırında geziniyorsa, daha geçen ay Bolu’da 12 kişide verem tespit edilmişse (–ki buna artık açlık değil kıtlık demek gerekir), ne ulus devleti? Kimin ulus devleti? Bu devlet için, yurt içinde ve yurt dışında kalan küçük bir kitle “bizim devletimiz” diye sırıtabilir ama bir zahmet geriye kalanlar artık BEN demeyi öğrensin. Sıkıldım artık biyz diyenlerden, yeter!

Oooff – oofffff…

Hatırlarım da çocukluğumda vergilerin yol, köprü, elektrik, su ve sağlık hizmeti olarak geri döndüğü söylenirdi. Sonra herşeyi devletten beklemememiz gerektiğinden bahsedilmeye başlandı. Yollar, köprüler paralı oldu. Suyu, elektriği saymıyorum bile. Bir 10 sene de bu kurumların zaten zarar ettiği ve sosyal devlette zarar etmenin mecburi olduğu anlatıldı. Sanki devletin çok umurundaymış gibi, bu durum da anlayışla karşılandı. Geçtiğimiz yılbaşından itibaren sağlık hizmeti de zorunlu ücretli yapıldı ve öğrencilerden, işsizlerden bile bu yolla vergiler toplanmaya başlandı. Şimdi ise tüm bu kurumların kâr etmesiyle övünülüyor. Çocukluğumun Turgut Özal’ından başlayarak şimdinin şirket gibi yönetilen devletine uzanan süreçte, BENde oluşturulan algıyla, hazır askerliğin bedelinin 30.000 lira olduğu açıklanmışken, yapacağım askerlik için, bu meblağın hesabıma yatırılmasını arz etsem ayıp etmiş olmam herhalde. Herşeyin başı bir yandan ekonomi, bir yandan “adalet” ya hani; ona istinaden…

Sönen umutlar

Oysa tarih bana 10 küsür yıl evvel geleceği ne de pembe göstermeye başlamıştı. Cahil sözcüğünü herhangi bir nedenle bir düşünce ya da kimseye karşı kullanmayı cehaletin ta kendisi olarak görmeye başlamıştım. “Doğu-batı arasında köprü ve medeniyetlerin beşiği olan Türkiye” sözünün kafamıza kazınmış olmasından mutlu ve değişimden yana umutluydum. Ben okumasam da, dinlemesem de, dini cemaat veya tarikat şeyhlerinin kendi literatürünce yaptığı sular seller gibi ezberlerinin, vaazlerinin, aktarım ve yorumlamalarının, eğer birilerini tatmin ediyorsa, bunun da bir anlamı olduğuna inanmış, akademik anlamda olmasa da, bi’şekil alimlik ifade ettiğinin anlaşılacağını öngörmeye başlamış ve aynı muhabbet ortamını paylaşsak karşılıklı çok gülüp, muhakkak belli konularda öpüşüp koklaşabileceğimizi hissetmeye başlamıştım. Ülke içindeki Türkçe iletişim kaynaklarının özgürleşmesi her dil ve kültürle olan bağlantımızın kuvvetlenmesini de beraberinde getirecekti. 100 yıl evvel başlayan batılılaşma serüvenimiz artık Fars, Hint ve Çin’e kadar uzanan doğu kültürleriyle de barışmamızla takdis edilecekti. AB yolculuğumuzu hep beraber alkışlarken daha derin bir demokrasi anlayışını yavaş yavaş içselleştiriyorduk. İnsan hakkını, yaşam hakkını, bireysel hak ve özgürlükleri öğreniyorduk.

Sanki doğu toplumlarının kaygısız ruh haliyle, batı toplumlarının birey özgürlüğü bu topraklarda yeni, barışçıl ve hatta ekolojik denilebilecek bir kültür inşasına yol açacakmış gibiydi. Fakat öyle olmadı, tam tersi oldu. Batılı liberal ekonomi politikalarıyla doğu despotizmi birleştirildi. İnsanlarını, düşünemeyen, kendi kararlarını kendisi alamayan, yaratıcılıklarını tehlikeli varsayan ve onları yığınlar olarak kabul eden kavrayış, doğası gereği, insanların kendilerini güdecek çobanlara ihtiyaç duyduğundan hareket ettiği için, çipli-numaralı kimlik kartlarıyla yurttaşlarını damgalamayı ve mobeselerle asayişi berkemal tutmayı teknolojinin nimeti sayan totaliter doğu yönetimlerinin “modern” bir örneğine dönüştürüldük. İşin yazıksanacak yanı ise bahsi geçen koyunların da kıçlarına kızgın damga vurulmadığı için sevinçten havalara uçma nidaları atması… Daha kötüsü ise binlerce yıldır rehavet ve bi’bakıma refah içinde yaşayan, hani bizim görgüsüz modernlerimizin kahvede pineklemek dediği, ama BENce temelde barışçıl bir yaşam olan ve bir bakıma bu topraklarda yaşamış gelmiş, geçmiş tüm kültürleri de işaret eden ve kavramsal olarak “Doğu kültürleri” sözüyle ayırt edilen yaşam halinin, aynı zamanda kültürel anlamda da bir geçiş-köprü coğrafyası olan Türkiye’de yeni bir anlama bürünmeye başlamış olması. Bu anlam gitgide daha rekabetçi, yarışmacı, birbirini ezen ve birbirinden yabancılaşması gerektiğinden hareket eden batı kültürel halini içselleştiriyor ve bunu yeni dünya düzeni veya “çağdaşlık” gibisinden algılayıp, birbirlerini de bu yönde güdülüyor. Aradaki farkı ise BEN aslanlarla sırtlanlara benzetiyorum. Çünkü her ne kadar rahatsız edici gibi dursa da batı kültürel hali bu rekabetçiliği bireyin temel yaşam ve özgürlüklerine dayalı anayasal haklar temelinden yükseltip, yarışmacılığı olimpiyatlarda olduğu gibi görgülü bir anlayışla ve hiçbir bireyin veya devletin herhangi bir birey üzerinde otorite kuramayacağı, ne yapması gerektiğini zorlayamayacağı kurallarla perçinlerken, ne yazık ki bizde değişmekte olan yeni kültür herkesin herkes üzerinde söz ve hak sahibi olduğuna dair birlik, teklik, biyz gibi söylemlerle kin, nefret ve haset tohumlarını kutsayarak büyüyor. Demokrasi duyarlığına sahip insanlar ise çözümü (acıdır ama) sistemin her farklı bireye saldırısında “hepimiz O’yuz” diyerek kurtarmaya çalışmakta buldu, buluyor. Karaya vuran deniz yıldızlarını tek tek denize geri atmaya çalışmak… Trajik bir masaldı, gerçek oldu.

Görgülülük

Bizim neslimize (ve sanırım bizden öncekilere de) görgülülük ‘kurallar’la anlatıldı. Belki de bu anlayış sonradan görmeliğimizin ve faşizan zihinlerimizin en belirgin özelliğidir. Bu kavrayışın memlekette kendisini modern görenlerle, taşra despotlarının aralarındaki farkı yok eden öz olduğuna inanıyorum. Eğer görgülülük kurallarla açıklansaydı askerlik herhalde en görgülü yaşam evreni olurdu. Oysa görgülülük kurallılıkla tam ters yönde hareket eder. Görgü, birden fazla kişinin bir araya geldiği ve sosyal yaşam alanı oluşturduğu zamanlarda, kuralların es geçilmesi veya esnetilmesiyle ortaya çıkar. Uygarlığın ve uygarlaşmanın temellerinden biri de budur. Bir otomobil sürücüsünün yol hakkı kendisindeyken, (gariptir ama) bir yayaya yol vermesi, bir otobüs şoförünün durağa yetişemeyen yolcuya özel olarak durup, kapıyı açabilmesi, haftaiçi bir geceyarısı sokaktan “seviyorum huleyn” gibi bir sesle nara atıp, yeri göğü inleten bir gence gülümseyebilmek, çelik yelek giymiş, eline kalkan, başına kask takmış polisin, kızgın olan ve zaten kızgınlığı sebebiyle protesto hakkını kullanan bir göstericinin tavırlarını sükunetle karşılayabilmesidir görgülülük. Aslında yeşil düşüncenin doğrudan demokrasi dediği olayla paralel. Bunları yas-saklarla açıklamaya yeltenmek kalın kafalılığın en net dışavurumu olsa gerek. Kapalı bir mekanda, sigara yasağını hatırlatan tabelanın altında yalnız olan beş tiryakinin, birbirlerine bakıp iç geçirmesi veya sigara yakana diş gıcırdatması yerine, pofur pofur sigaralarını içmesidir görgülülük. Aksi halde bu kişilere beyin sahibi insan değil, omurilikten ibaret demek gerekirdi. A-a, pes doğrusu; en görgüsüzce sayılan şeyleri görgünün ta kendisine çevirdim!

Görgü, bireyin istediği gibi yaşama, kendi hakkındaki kararları ancak ve ancak kendisinin alabileceğine, kendi istekleri doğrultusunda istediği kendi olabilmesi ve en uç örneklerde bile olsa ona saygı duyulması hakkına işaret eder. Kendi istediği “ben”i yaşayabilmesi ise toplum yararı için tek mükafattır. Sadece bu anlamdaki görgüyle, uygarlığın temeli olan bilimde ve sanatta özgünlüğün yolu açılabilir. Geriye kalan ve bizlere öğretilmiş olan görgülülük, görgü budalalığından ve esas görgünün sahte bir kopyasından başka bir şey değil.

Efkar

Efkarım gidip gelip aynı yere varıyor; birey hakları ve görgüye… Askere gitmek üzere hazırlandığım şu günlerde sürekli aklımda bu zıtlık yankılanıyor. 75 milyon ayrı insanı kütük gibi aynı kalıplara sokan anlayışa muhalif olan en önemli anahtar kavram bireysel hak ve özgürlüklerken, bu konudan bahseden, topluma bu konuyu hatırlatan herhangi bir yayım veya söylemle gittikçe daha az karşılaşıyorum. Bu konuyu her gün yazılı ve görsel medyada görmemiz gerekirken, kayda değer son konuşmayı 4 (yazıyla dört) ay önce Şafak Pavey mecliste yaptı. Oysa 2000’lerin başında oldukça sık karşılaşır, okur, dinler ve tartışırdık. AB’den, gelişmekten, demokrasiden bu kadar çok dem vurulup, üstelik yeni anayasa yapılırken, işin özüne hiç dokunulmaması tam bir muamma değil midir?

Askerlikle kültür (yaşam hali) arasında üzerinde pek durulmayan bir bağlantıya işaret etmeye çalışıyorum. Askerlik hakkındaki tartışmalarda hep ölüm ve öldürme konusu üzerine odaklanılıyor. Bu elbette en kati muhalefet ve elbette önemli bir tartışma konusudur. Bu konuda savaskarsitları.org’da birikmiş hayli literatür bulunmakta. Onlarca vicdani redcinin kalemi, anti-militarist makale, kitap ve haberlere ekleyebileceğim pek birşey yok. Bu konuda BENim tek ekleyebileceğim ölmekten değil de, öldürmekten korkanlardan olduğumdur. Hamlet’in konuşturulduğu haliyle; “ölmek uyumak sadece”. BEN, hergün kendimizi tatlı tatlı uykuya bırakmamıza değil de, her defasında uyanabilmemizi mucizevi bulanlardanım. Bunlardan birinde uyanmazsak pek de birşey değişmiş olmayacaktır. Her canlının yaşam hakkına inanan birisi olarak insan öldürmeye zorlanmış olmak ise çok acı. … Bir başka akstaki vatanseverimsiler de başka bir muhalefetten bahsediyor. Askerliğin profesyonel bir iş olduğu ve profesyonellere bırakılması gerektiğinden, ki böylelikle daha büyük başarı elde edilebileceğinden dem vuruyorlar. … BENse askerliğin kültürel anlamda toplumda nasıl yaşanıp, yaşatıldığına değinmeye çalışıyorum. Gazete manşetlerinden, resmi söylemlerden rütin ve basit gerçeklere yaklaşmak istiyorum. Genç erkeklerin 6 ile 15 ay süresince hiç tanımadığı insanlarla bir araya getirilmesi, koğuşlarda yatırılması, kaz adımlarıyla yürütülmesi, alakasız bir duvarın, bir kapının başında bekletilmesi ve örnekleri çoğaltılabilecek ama henüz deneyimlemediğim, sayısızca, insan yaşamını, onurunu aşağılatıcı gerçekler… BEN, (elbette saygıya layık bir değer bulduktan sonra) bir üniversite hocasının, öğretmenin, doktorun ve belki bir sanatçının, kadının ya da bir dedenin  emirlerini dinler, ona saygıyla selam veririm de; bir askerin, veya beş para etmeyen bir politikacının emirlerini dinlemeyi, ona selam çakmayı insan uygarlığına hakaret sayarım.

Türkçe iletişim içinde insanlara ne yapma(ma)sı gerektiğini söyleyen yığınla literatür, öğüt ve vaizle karşılaşırız ama insanların zorla hiç bir şey yapmaması gerektiğini öven ve elbette zorla hiçbirşey yaptırılamayacağını söyleyen literatür ve vaizlerle pek karşılaşamıyoruz. Bazen bu sorunun rönesansı, reformu yaşamamamızdan kaynaklandığından bahsedilir. Kimi yönlerden katılsam da, dünyada olan ve insan yaşamına ilişkin her olguyu evrensel kültürel miras olarak görme yanlısıyım. Batıda gelişmiş ve sağlam temellere yaslanmış bireysel hak ve özgürlükler, bu toplumu yönlendiren hukuka çok da uzak olmamalı. Başta, ille de milli olan eğitim ve yine, ille de milli olan tarih anlayışlarını aşabilsek, evrensel değerleri ve dünya tarihini insanoğlunun çektiği acılar ve başarılar olarak görüp, değerlendirsek; bireysel ve toplumsal özgürleşmemizde pek çok entelektüel barikatı kolaylıkla atlatmış olacağız ama şu “biyz ve türlü türlü onlar” söyleminden bir türlü kurtulamıyoruz.  BENim onlarım yok. “Hepimiz onlarız. Hepimiz biziz.” İşte bu efkarla askere gidiyorum.

“İstemeyen elbette yapmasın, zorla değil ya!” demek çok mu zor? Diyorlar ki “o zaman hiç kimse yapmaz!” “E, hani bu memleketin onca vatan naraları atan, şarkıyla, türküyle, neşeli asker uğurlamaları  vardı?” diye sormak bir yana, “bu memlekette neden her konu ille de, ya herro ya merrocu zihinsel uçurum içine hapsediliyor?” diye sormak BENce çok daha anlamlı. Gündelik hayatlarımızın her yerinde sıklıkla karşılaştığımız, “o zaman herkes …” ya da “o zaman hiç kimse …”’lerle başlayan cümleler açık seçik koyun mantığı değil midir? Neden hepimiz aynı şeyi yapmak veya yapmamak zorundayız? Çeşitliliğe, farklılıklara bu kadar kapalı olunması, herkesin kendine has değil de, herkesin birbirinin aynı olması, birbirine benzemesi, benzetilmeye çalışılması, tam da şu günlerde bildik tarafgirlikle, boğuşmalarla acı acı seyrettiğimiz rekabetin yani “eğitim”’in konusu değil midir? Buna karşılık daha eğitim der demez rekabetin tarafları arasındaki farkın ortadan kalktığı aynı faşizan-despotik öze varıyoruz. Çünkü aslında bireysel hakların batıda da henüz tamamlanmamış ve belki de tarihin gösterdiği haliyle kolay kolay bitmeyecek olan mücadelesinde, biz çok gerilerde kalmış ve daha da geriye doğru yönelmeye başlamış olsak da, oralarda yakın zamanlarda eğitim yerine öğrenim denmeye başlandı. Dolayısıyla eğitim hakkı değil, öğrenim hakkından yani yine özünde birey anlayışı üzerinden yükselen, öğrenciyi merkez alan anlayış farkının muhalefeti sürdürülüyor. Buralarda ise bireyden, “BEN”den yani “CAN”dan bahsetmek yakın zamanlara kadar ayıpken, şimdiki çifte iktidarda ya günaha dönüştürülmek isteniyor, ya da inceden çıtlatılsa da kavramın içi yeterince doldurulamıyor.

****

Not: Şu günlerde yaşadığım yarı sarhoş ruh halleriyle ve belki de uzun süre yazamayacağımdan olsa gerek, biraz fazla kafa ütülemiş bulundum. Bahsettiğim üzere bedenim ipotek edildiğinden uzun süre ortalıkta ol(a)mayacağım. Beynimi kapatıp, yalnızca omurilikten ibaret yaşayacağım ve zaten yalnızca bunun yeterli olacağı ve bunun istendiği uzun süreçte, bugüne kadar çoğunlukla gündem dışı (veya gündemden esinlense de) mümkün olduğunca eskimeyecek yazılar yazmaya özen gösterdiğim için Yeşil Gazete’den ayrı olarak tüm yazılarımı blogumdan geçmişe yönelik takip edip, online medyada dolaşımda tutarsanız, BENdeniz yok olsam da, hoş bir seda olarak yankılandığımı duyumsar ve belki de bu durum, ya soğuk koğuşumda, ya duvar beklemelerimdeki tek kıvancım olur. Gerçek bir erkek gibi ağlamaya başlamadan önce, tanımasam da, bilmesem de anlaşamayacağım insan olmadığına inanan birisi olarak, tekrar muhabbet edebilmek üzere…

Şimdilik hoşçakalın…

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Claude Lévi-Strauss; Yaban Düşünce’den yeşil düşünceye


Bu yazı 03.03.2012 tarihinde Yeşil Gazete-Kitap ekinde yayımlanmıştır.

Dünya, hayatına insansız başladı, hayatını insansız sona erdirecek.

-1955

Albert Einstein, 20. yy’da  fizik bilimleri için ne ifade ediyorsa, sosyal bilimler için de Claude Lévi-Strauss onu ifade eder. O, antropoloji biliminin üç yıl önce, 100 yaşında ölen dev bir çınarıdır. Onunla birlikte en kapsayıcı haliyle kültüre ait ve kültürün içinde yer alan, bildiğimiz herşeye başka bir perspektiften bakma gerekliği ortaya çıkmıştır, en başta da “insan”a…

Bilimsel bir kitabı kısa bir yazıyla tanıtmak hayli güç. Üstelik yazarı, kendi zamanının düşünce biçimlerini neredeyse kökten reddetmiş ve başlı başına yeni bir paradigma geliştirmişse. Buna karşılık, verdiği eserlerden yalnızca Yaban Düşünce (1962) isimli kitabına odaklanıp, hem tanıtıp hem de yeşil düşünceye yönelik birkaç not düşmek istiyorum. Çünkü bu kitap eserlerinin kavşak noktasını oluşturur.

Antropoloji biliminin bir çok bilimdalının yanısıra politik düşünce gelişimini de etkilediği gözlenebilir. Örneğin Marx ve Engels, o zamanların en önde gelen antropologu Lewis Henry Morgan’ın Ancient Society’deki verilerinden bolca yararlanarak Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni ‘ni yayımlamışlardı. İlk antropologlarda ise bariz bir evrimcilik vardır. Elbette evrim düşüncesi biyoloji ve tıp gibi alanlara dinamizm kazandırmış, insan ufkunu açmıştı. Buna karşılık evrimi, toplum bilimlerine, sosyolojiye, kültüre ve politik bilinçlere de yansıtarak acaba biraz aşırıya kaçılmıyor muydu?

Evrimciliğin kaba bir şekilde yansıtılmasıyla; “ilerleme”, “daha öteye gitme”, “gelişme” gibi kavramlar üretiliyor, bu kavramlar ise “geri kalma”, “az geri kalma” ve “gelişmemiş” gibi kavramları da beraberinde getirip, toplamda “ilkel-uygar” zıtlığını takdis ediyordu.

Bu kavrayış kendisini sürekli yeniden üretiyordu. Şüphesiz; antropologların “ilkel” toplumları ziyaretlerinde, “ilkeller”in basitlik ve kabalığına dayalı önyargıları, topladıkları verilere de yansıyor ve sonuçta onları tekrar ilkel olarak tanımlamaya götürüyordu.

Lévi-Strauss ise eserinde şunu iddia eder. “«Yabanıl», hiçbir zaman ve hiçbir yerde, bizim çoğu kez tasarlamaktan hoşlandığımız şu hayvanlık koşulunu ancak aşmış, hâlâ gereksinim ve içgüdülerinin tutsağı olmaktan kurtulamamış varlık olmamıştır. Duygusallığın egemenliği altında, şaşkınlık ve katılım içinde boğulmuş bilinç de olmamıştır.”

İlkelleri bu şekilde tanımlamaktan hoşlanmak aslında insanın en temel zihinsel kategorileştirme biçiminden yani “benlik ve öteki” düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Her insanda var olan, kendisini ötekinden üstün görmeye meyilli bu “bön” kavrayış; “batılı bilim adamını da ilkel denilen toplumları kendi toplumundan ayrı toplumlar olarak göstermesini kolaylaştırmaktadır.”

İlkel toplumlardaki totemleri, tabular veya tapınılarla açıklamaya girişirken, bizim gibi ilkellerin totemlerini görmezden mi geliyoruz? Bazı şeyleri o kadar kanıksamışızdır ki öteki türlüsünü düşünemeyiz. Örneğin neden düğünlere veya kutlamalara çelenk gönderilir? Aşkla gül arasında kurduğumuz bağlantı nedir? Evlilik-nişan yüzüklerine, gelinlik-damatlığa da tapını olarak bakabiliyor muyuz? Bir kabilenin yaşam alanının girişinde totemleri görür ve mistik biçimde yorumlamaya meylederiz ama bir kentin girişine süslü püslü asılan bir “hoşgeldiniz” yazısının aynı totemsel mukayesesi ne sonuç verir? Her şirket yada esnafın kapısının üstüne renkli ve can alıcı bir logoyla tabela asmasının anlamı sorulsa, nasıl yanıt verilebilir? Soruyu soran ve yanıtlayanın yaşam evrenlerindeki yabancılaşma dikkate değmez mi? Seyrine daldığımız bilgisayarlarla Macintosh’a veya Mac logosuna taptığımızdan bahsedilebilir mi? Belki de ilkellik bize o kadar da uzak değildir!

Peki ya ilkellerin bizden düşünme kapasitesi yönünden eksik olduğuna dair kanaatlerimiz? Lévi-Strauss, kitap boyunca sayısız örneklerle donattığı yabanıl toplumların bitki terminolojisine odaklandığında; Seminole’lerden tek bir bilgi-vericinin 250 bitki türü ve çeşidini tanıdığını, Hopi’lerin 350 bitki, Navaho’ların 500′ün üzerinde, Filipinler’in güneyinde yaşayan Subanun’ların bitkibilimsel sözcük dağarcığının 1000 terimi fazlasıyla aştığını, Hanunoo’larınkinin 2000′e yaklaştığını göstermektedir. Kendini üst görme eğiliminde olan bir yüksek bilgisayar mühendisinin mesleğiyle ilgili kelime dağarcığı 2000’i aşabilir mi? Üstelik bu kadarla da kalmaz… Lévi-Strauss; “öyleyse, biçimsel açıdan bakınca, yeni bulunmuş bir bitkiye -buraya daha önceden geçirilmemiş olsa bile- dizgenin kendisine hazırladığı Elaphontopus Spicatus Aubl. konumunu veren bitkibilimci ya da hayvanbilimciyle, topluluğun yeni bir üyesine Yaşlı-bizonun-aşınmış-toynağı adını vererek onun toplumsal dizisini tanımlayan Omaha rahibi arasında köklü bir fark yoktur. Her ikisi de ne yaptığını bilmektedir.” Böylelikle Lévi-Strauss yalnızca “ilkel” denilen toplulukların zihinsel faaliyetlerinin eksiksiz olduğunu belirlemez aynı zamanda günümüz insanının da aynı düşünce aracılığıyla tersten okumasını yapar. Kitap yine buna benzer örneklerle doludur. Dinka’lara oymak tanrısı olarak kimi seçmesi gerektiğini soran araştırmacıya yazı makinesi (daktilo), kağıt ya da kamyonu önerirler. Ne de olsa bu nesneler halkına yarar sağlamış ve atalardan miras kalmıştır.

Lévi-Strauss’un bakış açısındaki farkı belirgin kılan bir diğer örnek Churinga ismiyle anılan ve kendisinden önceki antropologların bir çeşit totem olarak varsaydığı objeleri ele alış biçimidir. “Görünüşü ne olursa olsun, her churinga belirli bir atanın fizik bedenidir ve kuşaktan kuşağa, yeniden cisimleşmiş ata olduğuna inanılan canlıya verilir. Churinga’lar, ayak üstü yerlerden uzak olan doğal korunaklarda saklanır. Denetlemek ya da elden geçirmek amacıyla, dönem dönem çıkarılır, her çıkarılışlarında da parlatılır, yağlanır, boyanırlar, bu arada kendilerine dua ve yakarılarda bulunulur. İşlevleri ve gördükleri ilgi bakımından, çarpıcı biçimde bizim arşiv belgelerimize benzerler: biz de arşiv belgelerimizi kasalarda saklar ya da noterlerin gizli bekçiliğine bırakırız, gerekirse onarmak ya da daha güzel dosyalara yerleştirmek üzere, kutsal nesnelere gösterilmesi gereken özenle gözden geçiririz. “Öyleyse churinga’ların kutsal bir nitelik taşımalarının nedenini uzaklarda aramaya gerek yok: yabanıl bir görenek, görünüşteki tuhaflığına karşın (ya da tuhaflığı nedeniyle) bizi büyülüyorsa, bize bildik bir görüntüyü biçimleri değiştiren bir ayna gibi sunduğu için, bizim de, daha onu tanıyamasak bile, böyle olduğunu bulanık bir biçimde sezdiğimiz içindir.

“Ama arşivlerimize neden bu kadar değer veririz? Ne de olsa birer kâğıt parçası oldukları söylenemez mi? Büyük bir felaket, arşivleri yok edecek olsa, mesela bir kütüphane yanıp kül olsa durumumuzda hiçbir değişiklik olmaz. Bununla birlikte, bizi canevimizden yaralayan, düzeltilmesi olanaksız bir zarar gibi algılarız bu yitiği. Nedensiz de değildir bu. Örneğin, sanatçının tınılarını işitir işitmez yüreği çarpmaya başlayan bir kişi için Jean – Sebastian Bach’ın imzası ne büyük bir değer taşır!

Lévi-Strauss kavrayışını sağlam temellere oturttuktan sonra, eserinin sonunda yüzyılın en önemli filozoflarından biri olarak anılan Sartre’ı eleştirmektedir. Aslında Sartre nezdinde tüm yaygın düşüncelerle hesaplaşır.  Jean-Paul Sartre, “Critique de la raison dialectique” adlı yapıtında iki ayrı diyalektik biçiminin varlığını kesinlemeye yönelir. Bunlardan birincisi tarihsel toplumlara özgü olan ‘gerçek’ diyalektik, ikincisiyse ilkel denilen toplumlara özgü olan ‘yineleyici’ diyalektiktir.” “Hiç kuşkusuz, böyle bir ayrım yapmak tarih içinde ve günümüzde insanlığın büyük bir bölümünün gerçek düşünceden yoksun olduğunu kesinlemekle birdir. Ama Sartre, bunu gizlemek şöyle dursun, ayrımını geçersiz kılan kanıtları çürütmeye çalışır: Toplumunun evlilik kurallarını ve akrabalık dizgesini araştırmacıya kum üstünde çizgilerle açıklayan ‘yerli’nin karmaşık bilgisi ve çözümleme ustalığı karşısında, “Bu kurmanın bir düşünce olmadığını söylemek bile gerekmez: dile getirmediği bir bileşimsel bilgi denetiminde gerçekleştirilen bir el işidir bu” der.

“Gerçekten böyle midir durum, ilkel denilen insanların düşünme, yorumlama, sınıflandırma biçimleri de ilkel midir, yoksa Sartre da, nice benzeri gibi, bir düşünce cambazlığıyla, Batı’nın yüzyıllar ötesinden gelen önyargısını en uç noktalarına dek götürerek bir kez daha doğrulamaya mı çalışmaktadır?” Lévi-Strauss ise Sartre’a şöyle yanıt vermektedir. “Diyelim ki öyledir, ama o zaman kara tahtada kanıtlama yapan bir yüksek teknoloji profesörü için de aynı şeyi söylemek gerekir.”

Lévi-Strauss; “İnsanın doğadan koparılması ve üstün, egemen varlık durumuna getirilmesiyle başlanmıştır işe; böylece en yadsınmaz özelliğinin, yani canlı varlık niteliğinin silinebileceği sanılmıştır. Bu ortak nitelik görülmezlikten gelinerek her türlü aşırılığa olanak sağlanmıştır. Batılı insan, özellikle tarihinin son dört yüzyılında, insansallıkla hayvansallığı birbirinden kesin çizgilerle ayırma hakkını benimserken, birinden aldığı her şeyi ötekine verirken, uğursuz bir dönemi başlattığını, durmamacasına daraltılan bu sınırın, insanları da birbirinden uzaklaştırmaya ve gittikçe daha sınırlı bir azınlık yararına, bir insanlık ayrıcalığı istemeye yarayacağını, bu insanlığınsa, ilkesini ve kavramını özsaygıdan aldığı için, daha doğar doğmaz çürüyeceğini anlayamamıştır” der.

“Bir fizik bilimi kurmak isteyen Descartes, İnsan’ı Toplum’dan koparıyordu. Bir insanbilim kurmak savında olan Sartre’sa, kendi toplumunu başka toplumlardan koparıyor.” Ancak bu durum yeni değildir. “Çağdaş filozoflar arasında, tarihe öbür insan bilimlerinden daha üstün bir yer veren ve onu nerdeyse gizemsel bir kavram durumuna getiren tek filozof Sartre değil kuşkusuz.”

****

Antropolojide yapısalcılığın kurucusu olan Lévi-Strauss, iddialarını ortaya attığı zamanlarda tarih bilimini ve evrimi reddettiği gerekçesiyle sıkı eleştirilere maruz kalır. Buna karşılık hatırlatmak gerekir; bir cümle ya da bir paragrafta bile yılları ve hatta onyılları, yüzyılları diziveren tarihçinin hepi topu bir “üst-hikayecilik/history” yarattığı düşünülmemeli midir?  Aynı zamanda tarih hiç tarafsız olabilmiş midir? Gerçek bir bilim niteliği kazanabilmiş midir?

Öte yandan evrimi reddettiği düşüncesi ayrıntılı değerlendirilmelidir. Büyü ve mitsel düşünce, biliminki kadar dikkatli bir mantığa sahiptir ve bunlar “tam ve kapsamlı bir belirleyiciliğe” dayanır. Eski düşüncelerin başarıyla yaptıkları da takdir edilmelidir: Çömlekçilik, dokumacılık, tarım ve hayvan evcilleştirimi, “gerçekten bilimsel bir tutum, sürekli ve her zaman uyanık bir merak ve sırf bir bilme arzusunu gerektirir.” Uygar ve ilkel insanların zihin kapasiteleri arasında anlamlı farklılıklar yoktur.

Günümüz insanına sorsanız zamane uygarlığından kendisine pay çıkarmaya meyillidir. Bilgisayarlar, telefonlar, uzay yolculukları… Sanki bir elektromanyetik bomba patlasa ve tüm bilgisayarlar artık çalışmaz olsa evinde oturup bir bilgisayar veya telefon yapabilecekmiş gibidir. İnsan her yerde ve çok uzak geçmişe kadar hep aynı insan olagelmiştir. Yüzbin yıl öncesinden bir bebek şimdiki New York’ta büyüse, aynı bilgisayarları kolaylıkla kullanabilir. İnsanın durumunu belirleyen çevresel şartlar, içine doğduğu yaşama evrenidir. Evrimi çok uzun soluklu ve tesadüfi değişimler olarak kavramak, kültürel sosyal ve politik düşüncelerden uzak tutmak, arındırmak gerekmektedir. Kısaca yeşil düşüncenin sürdürülebilirlik ilkesindeki gibi…

Lévi-Strauss daha önceki romantik doğacılıktan farklı olarak, gerçek anlamdaki ilk ekolojisttir. Onun önerdiği hümanizm, “insanı doğanın efendisi haline getirip, kendinden sonra geleceklerin en açık ihtiyaç ve çıkarlarını göz önünde bulundurmadan doğayı talan ettirmek yerine, (…) ona doğada makul bir yer verir.” Bu önerisini bilimsel zeminde ortaya koyarak kendisinden sonrasını da açık biçimde etkilemiş ve günümüz yeşil düşüncesinin temellerini atmıştır.

“Demek ki, senden öncekiler nasıl göçüp gittilerse,senden sonrakiler de öyle göçüp gidecekler.”

Lucteritus – De Rerum Natura, III, 969

Hüzünlü Dönenceler, giriş

* Lévi-Strauss’un Yaban Düşünce (1962) eseri, 1984 yılında Hürriyet Vakfı Yayınlarından, sonrasında ise Yapı Kredi Yayınları Cogito düşünce kitapları serisinden düzenli olarak basılmaktadır. Türkçe’ye çevrilmiş başka eserleri de vardır. Dört ciltlik kapsamlı “Mitolojiler” ise ne yazık ki halen Türkçe’ye çevrilmedi.

Not: Yazıda kolay okunabilirlik açısından alıntılarımı belirtmedim. Ayrıntılı bilgi sahibi olmak isteyenler, blogumdaki daha kapsamlı çalışmama müracaat edebilirler.

Muhabbetle…

Academic, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | 2 Yorum

Dindardan, ileri demokrasiye ince kıyılmış bir masal


Bu yazı 24.02.2012 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Şu dindar meselesini bir de benden dinleyin. Bu konuda anlatılan masallara bir yenisini de ben eklemiş olayım. Yine de Kızılderili’lerin “yeni bir şey yazmayacaksan hiç yazma!” sözünü düstur edindiğimi, yazının hemencik başında belirteyim.

Aynı toplumda aynı dille konuşuyoruz. Aynı eğitim sisteminde, aynı müfredatlarla konserve edildik. Çocukluğumda bizim oralarda (İzmir) her beş kişiden en az ikisinin gittiği Kuran kurslarını da bilirim, ışık evlerinde çokoprens yiyip fanta içmişliğim de vardır. “Din kültürü ve ahlak bilgisi” adıyla anılan derslere yetişmiş, buna karşılık (evrim anlatılsa bile) “insan evrimi”nin müfredattan kalkmış olduğu yeni (dindar) nesildenim. Türkiye eğitim sistemi son 30 yıldır zaten dindar nesil yetiştiriyor.

Ağızdan çıktığından beri dindar sözcüğüne fena alıştık ama hatırlatmak isterim; bu sözcük dini-bütün kimselerden bile kolay duyulmayacak bir sözcük değil miydi? Benim bildiğim bizim memlekette dinine bağlı insanlara mümin denir, namazında niyazında denir, inançlı, sofu, hatta “tarikatten” denir fakat dindar denmez ya da yaygın kullanılmaz. Dindar sözcüğü daha çok sözlüklerde yaşar. Bu sebeple bu söz sakil durmadı mı?

Nitekim hemen ardından “dindar ne demek?” ya da “dindarla neyi kastediyor?” tartışmaları aldı başını gitti. Kimisi dindarı dinsizin karşıtı olarak ele aldı kimisi ise “ileri müslüman” olarak. Erdoğan ise dindarın karşıtının tinerci olduğunu ve hem dindar hem modern olunabileceğini söyledi. Başbakanın ağzından “inançlı nesil”, “mütedeyyin gençlik” veya (zor ama) “mümin nesil” sözcükleri çıksaydı iş farklıydı ama “dindar” sözcüğü başka birşey anlatıyor.

Benim iddiam odur ki; Erdoğan’ın dindar sözcüğü İngilizce’den Türkçe’ye çevrilmiş bir sözcüktür. İngilizce piety sözcüğünün Türkçe’sidir.

Bu iddiamdan milliyetçi, ulusalcı anti-emperyal sonuçlar elde etmek isteyenler bu yazıyı okumasalar daha iyi ederler. Çünkü madem küresel sermayeye iliklerimize kadar bağlandık (-ki toplumumuz bunun farkında ve AkP gittiği anda ülke ekonomisinin “tv’de” çökeceği bilindiği için oyları hala yükseliyor!), öyleyse dünya literatürü nezdinde konuyu tartışmanın da zamanıdır. Bırakalım artık içe kapalı Türkiye’nin terminolojisini… Çünkü Türkiye’ye biçilen rol, küresel anlamda batı terminolojisi içinde  ancak anlaşılabilir.

İngilizce piety sözcüğü derin ve kayda değer bir sözcüktür. Latince pietas’dan gelir ve esas anlamını da Latincede bulur. Dünyanın gerçek anlamda ilk imparatorluğu olan Roma inanışına denk düşer. Şu iki anlama bakınız.

Dindar: sf. din b. Din inancı güçlü, din kurallarına bağlı (kimse), mütedeyyin – TDK

Pietas: (Türkçe dindar) Roma inanışında, tanrılara, vatana, akrabalara ve ebeveynlere sadakat ve saygı ile bağlı olan kişi. – britannica.com

Erdoğan’ın dindardan kastı sofuluk, müminlik falan değildir. ‘Tanrılar’ sözcüğünü Allah’la değiştirirseniz tam anlamıyla ikinci tanıma denk düşer veya denk düşeceğini zamanla daha net göreceğiz.. Ayrıca dindarın karşıtını tinerci olarak belirlemesi de bu anlamla yerine oturur.

Dindar meselesinden Türkçe iletişim içinde bir çok eleştiri yapıldı. Eminim Erdoğan’ın prompterını yazanlar bu eleştirilere gülüyorlardır. Çünkü aslında çoğu eleştiri kolaylıkla savuşturulabilir cinstendir. Eğer dindar, bahsettiğim ikinci tanımla alınırsa, Türkiye toplumunun değil %50’si, %90’ı bundan memnun olacak ve yapılan çoğu mümin-laik içine sıkışmış ahkam kesmeler de boşa çıkacaktır. İşte esas mesele ve sorun da burada!

Sorarım bizim entelektüellere; Erdoğan’ın prompterını yazanlar, eğer ikinci tanımı kullanıyorlarsa, bu durumu da eleştirebilir misiniz? Veya hangi argümanlarla, nasıl eleştireceksiniz?

Kimileri bu yaklaşımıma “yahu ne alaka? Nereden nereye? Ne işimiz var Roma’yla finan?” diyebilir. Onlar Gebze-Harem hattında dolanmaya devam etsinler…

Roma, dünya literatüründe ve elbette batı terminolojisinde sıkı yer tutar. Örneğin ABD kurucuları kendilerinde Roma mitosuna denk düşen anlamlar buluyorlardı. Nasıl ki Roma iktidarına bağlı alim ve kurucularda, Troya’dan sürülüp, İtalya’da yeni bir uygarlık kurduğu düşüncesi içselleştirilmişse, ABD de Avrupa’nın sürgünüydü. Bu durum sadece mitosta kalmamış, Amerikan mimarisinden, sanatına, edebiyatından felsefesine kadar ilköğretim seviyesinde bile bilinen rütin anlamlardır. Tabi bu durum ABD ile de sınırlı değildir. Örneğin Adolf Hitler kavgasını kazansaydı Yeni Roma’yı kuracağını iddia ediyordu. Gerçi bu ikisi “aynı” anlaşılmasın. ABD kurucuları özgürlük nüansına önem vermiş ve Roma’yı kültür inşasında simgesel olarak kullanmışlardır. Buna karşılık kurulmak istenen her otoriteryen (faşist) devlet Roma geleneğinden faydalanmıştır. Çünkü otoriteryen devlet anlayışı en net ve ayakları yere basan anlamıyla Roma’da yaşamış ve Roma’dan başlamıştır. Görülüyor ki bu gelenek “Yeni (otoriteryen) Türkiye”’nin inşasında da başvuru kaynağıdır.

Cicero, Vergilius ve Ovidius Roma’nın yeni dinini kurarken Antik Yunan dinine lanetler ediyor ama aynı zamanda yeni dini Antik Yunan düşüncesinin üzerine oturtuyor, değiştiriyor ve aslında manipule ediyorlardı. Hem düşünür, hem devlet adamı olan bu kişilerin şiirleri, destanları, söylevleri ince edebiyatlarla saygıyı hak etse de toplamda şunu söylüyorlardı.

“Cennete giden yol anayurda hizmetten geçer.”

Bir süre önce İzmir’de Edp-Yeşiller toplantısında sevgili eşsözcümüz Ümit Şahin, yeşil düşünceyi tanıtırken en genç ideoloji olduğunu vurguluyordu. Diğer ideolojiler ise 19. yy’da doğmuştu. Spontan konuşmasında bu ideolojileri sosyalizm, komünizm, anarşizmle örneklendiriyordu. Sahi; bu ideolojileri sayarken faşizm neden unutulur? Çünkü (güya) kimse faşist değildir. Oysa faşizmin kavramsal hareket noktası tam da pietas (dindar)’a denk düşer ve pietas anlamındaki dindarı eleştirebilecek akıl, Türkçe literatürde, deyim yerindeyse yoktur!

Şerif Mardin Osmanlı’dan beri devam eden mahalle kültürüne, cumhuriyet rejimiyle birlikte yeni bir rakip geldiğini, bu rakibin “öğretmen ve okul” olduğunu ama 80 yılda bu rekabette kaybetmeye yaklaştığını söylemektedir. Mardin’e göre bunun sebebi bizim laik dediğimiz öğretmenin 50’li yıllardan itibaren iyilik, güzellik ve doğruluk gibi düşüncelerin içeriğini dolduramamasındandır. Bizde ahlak (etik) felsefeye hiç bağlanmamış, hep İslam’la doldurulmuştur.

Şimdi gelelim bu yazıyı yazmamın esas sebebine… Biraz etik tartışalım.

Pietas anlamındaki dindar okura pozitif bir anlammış gibi gelebilir. Avrupa, değerlerini, kimi zaman kanlı – kimi zaman kansız devrimlerle, eski düşüncelerle sürekli hesaplaşma-yüzleşme halinde yıkıp, yeniden yaratırken, rönesans, aydınlanma ve sonrasındaki 68 hareketine kadar pietas’ı eleştiren hayli literatür oluşmuştur. Fakat ben Roma öncesine uzanmak ve pietas’ın anlamındaki değişime vurgu yapmak istiyorum.

Heu pietas! Heu prisca fides! – Dindarlara yazık! Antik inançtaki kaderciliğe yazık!

(Vergilius)

Vergilius’un bu sözü yanlış anlaşılmasın. O, öncülleri olan Sokrates, Platon ve Aristo gibi Antik Yunan mitosuna yani Homeros dünyasına savaş açmıştır. Eski pietası kadercilikle özdeşleştirir. Yeni pietas ise vatana hizmet etmenin önemine, daha büyük imparatorluk için varlığını ortaya koymaya dönüşür. Artık Roma’nın yeni dini devlettir!

Gerçekten de Antik Yunan yani Homeros öğretisi kaderci miydi? Bundan bahsediyorum çünkü batı etiğinin hareket noktaları buralardadır.

Shakespeare, Nietzsche veya Tolstoy gibi yazarların bakış açısından ve elbette Homeros’un bizzat kendi destanlarından Antik Yunan öğretisinin kaderciliğe en uzak düşünce olduğunu söyleyebilirim. Buna karşılık M.Ö. 800’den başlayarak M.Ö. 400’e kadar kaderci bir anlayış yarattığı da bilinmektedir. Buradaki esas sebep normalde sözle yaşatılan Homeros (Ömer) düşüncesinin yazıya geçmesinden sonra dogmalaşmasındadır.

Bizde çok tanrıcılık hiç bilinmez. Bir zamanların “Bin Tanrılı Anadolu”’sunda yaşarız ama  bizlere çok tanrıcılık yasaklanmıştır. Sanılır ki; tek tanrıya kul olan şimdiki mitos gibi, çok tanrıcılıkta da bir çok tanrıya tapınılmakta, el pençe divan olup, biat ve secde edilmektedir.

Oysa bu sanı en azından Antik Yunan düşüncesi yani İzmir’li Homeros öğretisi açısından tamamen yanlıştır. Homeros’ta tanrılara tapınılmaz; -aksine tanrılarla savaşılır. Tanrılar ölümlü insanoğlunu hor görürler ve Homeros’a göre insana düşen, trajik de dursa ölümsüz tanrılarla yine de savaşmaktır.  Koskoca Odysseia Destanı, Odysseus’un zavallı bir insancık olarak tam aksine güç-kudret timsali tanrı Poseidon’a meydan okuması ve ama 20 yıl süren çilesine karşın mücadelesini ezici bir üstünlükle kazanmasının ve Poseidon’a haddini bildirmesinin hikayesidir. Homeros onuru için mücadele eden ve yeterince erdemle yüklenmiş insanın karşısında tanrıların bile duramayacağını salık verir. Homeros’ta erdem ya da ideal ise aretedir.

Arete yaşamın bütünlüğüne, tekliğine karşı saygı, verimliliğe ya da daha yüksek verimlilik idealine karşı küçümseme ve bunun sonucu, uzmanlaşmaya karşı hoşnutsuzluk ima eder. Arete mükemmelliktir ve mükemmeliğe insanın kişisel olarak ulaşması anlamına gelir. Örnek insan olarak sunduğu Odysseus; büyük bir savaşçı, kurnaz bir plancı, hazırcevap bir konuşmacı olan yürekli biridir; yelkenli bir tekneyi hem yapabilir hem de kullanabilirdi, sabanı dümdüz sürer, boksta, güreşte, koşuda gençlere meydan okur; bir öküzü kesip, yüzüp, doğrayıp, pişirebilirdi. Roma’nın dindarı (pietas), sadakat ve uzmanlaşmaya yönelen toplumcu bir hiyerarşi yaratma kaygısında olup, yıldızlara da ancak bu şekilde ulaşılabileceği efsanesi yaratırken, Homeros, sade ve hiyerarşisiz klan hayatı içinde kusursuz, her işten anlayan ve kimseye muhtaç olmayan insanca bir yaşama övgü sunar.

Bu anlamda aslında kaderci olan; toplumsal hiyerarşiye çark edilmiş ve kaderine sadık olması beklenen Roma faşizmidir, Antik Yunan’ın tanrılara bile meydan okuyabilen ve pekala vatana, akrabalara ve aileye dahi meydan okuyabilecek düşüncesi değil. Erdoğan erdemi dindarda buladursun, aile baskısından kaçabilen ve sokaklarda yaşamayı göze alabilen tinercinin cesaretinde çok daha büyük bir erdem vardır.

Bu düşünce eğitim alanında çok yakın tarihlere kadar dünyanın her yerinde yaşamıştır. Mesela Türkiye’de de, 1940-1946 yılları arası faaliyet gösteren Köy Enstitüleri, Homeros’un erdem olarak sunduğu öğretiye benzer bir eğitim anlayışını benimsemiştir. Arıcılık bilinmeyen köylerde arıcılık, bağcılık bilinmeyen köylerde bağcılık öğretiliyordu. Enstitüye atanan öğretmen gittiği köyde okul binasını köylülerin yardımıyla yapabilecek kadar inşaat bilgisi de öğreniyordu. Köy enstitüsünü bitiren bir öğretmen sadece bir ilkokul öğretmeni olmuyor aynı zamanda ziraatçilik, sağlıkçılık, duvarcılık, demircilik, terzilik, balıkçılık, ve marangozluk konularını da uygulamalı olarak öğreniyordu. Her öğrenci bir enstrüman çalabiliyor, yılda 25 tane dünya klasiği edebiyat eseri okumak şart koşuluyordu. Tiyatrolar, müsamereler, konserler hazırlanıyor, hem okulda hem çevre köylerde sergileniyordu. Köy enstitülerinin Doğu-Batı bloğu olarak ayrılan soğuk savaş döneminde, Sovyet uygulamalarına benzeyen komünistçe işler olduğu sebebiyle, başını ABD’nin çektiği Batı Bloğu tarafından kapattırıldığı söylenir.

Bir köşe yazısı için oldukça uzun olan masalım okuru sıkmadıysa 3000 yıl öncesinden zamaneye ve hatta geleceğe azıcık daha yaklaşayım.

Son zamanlarda moda olan “ileri demokrasi” anlayışından da bahsetmeli. Eğer Türkiye içi bir tartışma yürütürseniz bu sözün anlamını ıskalarsınız.

İddiam odur ki; Erdoğan’ın prompterında yazan “ileri demokrasi” sözü İngilizce post-democracy sözünün Türkçe’ye çevrilmiş ve biraz da kılıfına uydurulmuş halidir. Yani demokrasi sonrası, demokrasi ötesi, ileri demokrasi…

Eğer olaya hem ulusal perspektiften bakmayı bırakıp, hem de umut edilenden değil de, dünya konjünktüründe ve acımasız-trajik bir gerçekçilikle bakarsanız olay netleşir. Demokrasinin anlamı sözlüklerde nasıl yazarsa yazsın, 20. yüzyılda kapitalizm ve komünizmin dengesi anlamında iki gücün dengesi olarak yaşamış yaşatılmıştır. Her ülkenin sağcısı solcusu parlementer rejim içinde fikirlerini özgürce savunmuş ve yalnızca fikir bağlamında değil, gerçeklikten hareket ederek, yani her iki rejimin de gerçekte yaşıyor olmasıyla anlamlandırılmıştır. Buna karşılık Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle fikirleri destekleyen gerçekliğin sol ayağı kaydı. Artık sosyal devlet, sosyal adalet, sosyal haklardan bahsedilemez! Bunlardan bahsedenler savaşı kaybetti, haberiniz yok mu? Görülen o ki; kimilerinin hala haberi yok ve coplanmalarına anlam veremiyorlar…

Türkiye ise bu savaşta stratejik bir noktadaydı ve soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, anlaşılan yeni dünya düzeninin pilot uygulama alanına döndü. Erdemin arete değil de pietas’a dönüştürüldüğü ve bence nüfusun %90’dan fazlasının bu durumu daha anlamlı bulduğu, ayaklar ve başın hiyerarşisine boyun eğdirilmiş, %15’i açlık, toplamda %75’inin ise yoksulluk sınırının altında yaşadığı, buna karşılık kanaatkar davranıp (pietas) isyan etmemiş ama zaten AkP iktidarıyla birlikte sayıları hızla artmış polislerin de her isyan etmeye meyledeni copladığı, dünyanın hiç bir demokratik ülkesinde karşılaşılmayan nüfus cüzdanıyla yurttaşlarını numaraladığı, dahası İdris Naim Şahin’in iki gün önce haber verdiği haliyle çipli kimlik kartlarına geçilecek olan, yine Şahin’in hükümet nezdinde kimse tarafından olumsuzlanmayan, yani ilan ettiği üzere devletin hayat demek olduğu …ve Kutsal Roma.

Bunların hepsi bu masalda çok güzel bağlanıyor da benim acı acı güldüğüm şudur!

Kimin aklına George Orwell’ın bahsettiği hayalin Türkiye’de gerçek olacağı gelirdi ki? Ünlü olduk, kameralara gülümseyiniz…

Muhabbetle…

* Görsel İç-Mihrak’tan alınmıştır.

Meseller, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

BİR EKOLOJİ HAREKETİ OLARAK YEŞİLLER VE TÜRKİYE’DE YEŞİLLER PARTİSİ


Yeşil Düşünce Broşür Dizisi-2BİR EKOLOJİ HAREKETİ OLARAK YEŞİLLER VE TÜRKİYE’DE YEŞİLLER PARTİSİ

(PDF formatını indirebilir ya da kitapçığı Beyoğlu Yeşil Ev’den isteyebilirsiniz.)

Tabi en güzeli elektronik formatı 🙂

Bir Ekoloji Hareketi Olarak Yeşiller ve Türkiye’de Yeşiller Partisi

Ramazan Kaya
Yeşil Düşünce Broşür Dizisi-2
Bu çalışma 2009 yılı Ocak ayında Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Antropoloji Bölümü’nde, Ekolojik Antropoloji seminer raporu olarak sunulmuştur. Makale kültürleri içeriden inceleyen ve karşılaştırmalı olarak değerlendiren antropolojik perspektifle kaleme alınmıştır.

Yeşiller Partisi, 2011

İçindekiler
Giriş
Çevrecilik ve Ekoloji
Ekoloji Hareketi Olarak Yeşiller
Dünya’da Yeşiller
Türkiye’de Yeşil Hareketin Gelişimi
Türkiye’de Yeşil Hareketin Siyasallaşması
Yeşiller Partisi (1988-1994)
Yeşiller Partisi (2008)
Sonuç
Kaynaklar

Academic, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | 1 Yorum

Diktatör Kim


Asyada bir ülkenin yöneticisi ölmüş. “İnsan ölümlü varlık, normaldir” diyemiyoruz. Çünkü insan var, bir de insandan ayrı büyük adamlar var. Bu arkadaş büyük adamlardan…

Haber almak istiyorum, her taraftan gözüme sokulan bu haberle karşılaşıyorum. Politiklik diye artık büyük adamlardan bahsetmeye deniyor.

Diktatör ilan edilmiş bir büyük adam bu. Sanki büyük adam dediğin zaten diktatör demek değilmiş gibi.

Deniyor ki; büyük adamların diktatör olanı var, bir de diktatör olmayanı… İkincisine ne denmesi gerektiği değişiyor. Bazen lider deniyor, bazen başbakan, bazen kral, vs.

Bu mantıkla diktatörün ölümü ardından herkesin sevinmesi gerekiyor ama o ülkede herkes ağlıyor. Aslında korkudan ağlıyorlarmış veya demek ki diktatör değilmiş.

Halkına zulüm uygulayana diktatör denirmiş. Sanki halk babasının malıymış gibi. Zulüm uygulamayan, sevenler de varmış. Ama aynı sakat anlayış orada da vuku buluyor. Yine aynı baba oğul ilişkisi…

Nazizm laneti sonrası Hitler’in Alman toplumu psikanalizinde yarattığı büyük ağabey rolü tartışılmıştı. Hitler, toplumun bilincine büyük ağabey olarak dalmış, herkesin beklediği kişi sonunda gelmişti. Alman toplumu “Yareppim, biz bu kadar muhteşem bir toplumken neden dünya bizim önemimizi farketmiyor?” “Dünya çok kirlendi ve temizlenmesi, kurtarılması gerekiyor ve biz dünyayı kurtarabiliriz.. Ahh bir kurtarıcımız olsa!” derken, buyrunuz, Hitler yavaş yavaş hislere tercüman ola ola geldi. Temizliğe yahudilerden başlayıp, komünistlerle devam etmeye kalktı.

Hitler’in elinde tv yoktu. Olsaydı her işi çok daha kolay olurdu.

Hitler; sinema, radyo ve büyük stadyum kutlamalarındaki konuşmalarıyla toplumun gönlünü fethetti. Ben sizin babanızın oğlu büyük kardeşinizim izlenimi yarattı. Ben sizlerle varım. Beni sizler yarattınız. Bu anlamda siz de benim babamın oğlusunuz. Birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var küçük kardeşlerim dedi. Şimdi hepiniz gönlünüzden ne kopuyorsa değil de, maliye bakanımızın az sonra duyuracağı vergilerle mükellefsiniz. Haydi pamuk eller cebe..

İlk dünya savaşından yenik çıkmış Alman toplumunun umudu gönlünün ekmeği, umdu ha, umdu, umdu…

Cepheye asker lazım. Biliyorum ki hepinizden çakı gibi askerler olur. Ülkümüz uğruna ölmek şereftir dedi. Gariban gençler, şeref mi değil mi öldükten ve öldürdükten sonra anladı.

Diktatörlüğün ne olduğunu anlamak için ölüm sonrası ağlamaya veya sevinmeye bakmak değil de toplumun kütle gibi hareket edip etmediğine bakınız. Milyonlar kütle gibi hareket ediyorsa, orada insandan değil de koyundan bahsetmek gerekiyor. İster ağlayarak, ister sevinerek.. Çünkü toplumu oluşturan her birey aynı rüyanın tesirinde demektir.

Bu psikanalitik rüyada, evlerin içine sürekli misafir olan büyük adam kültü, bir yerden sonra ailenin içinde kendisine bir rol kaptığı söylenir. Ya babadır, ya büyük ağabey… Baba sükunetin ve dengenin devamıdır. Ancak baba sayıltısı bir mecaz olduğunu her daim hissettirir çünkü gerçek babanın yerini alamaz. Ağabey ise daha tehlikelidir. Çünkü ağabey coşkuludur, babanın durağanlığına karşı çıkışı simgeler. Hem baba, hem anne ve hem de küçük kardeşlerin gururu olmak üzere yola çıkar. Üstelik mecaz anlamını ortadan kaldırmaya meyillidir.

Kurumlaşmış denge siyasetindeki çağdaş devlet anlayışı bunların topunu birden diktatör ilan ederdi eskiden. Demokrasi güya bu kavrayışlara karşıtken, zamane silah endüstrisinden beslenen emperyalizm, bu düşünceleri manipule edecek kadar kapsamlı, incelikli davranabiliyor. Yeniden düşmanlar yaratılmaya ve neredeyse doğaüstü güçlerle donanmış, karizmatik liderlerden bahsedilmeye başlandı. Gelişmiş bürokratik devletlerde bile lider sultaları başladı. Hepsi de birbirini diktatörlükle suçluyor.

Türkiye hakkında ayrıca söz söylemeye gerek yok herhalde. Tüm medya tek kanaldan, her gün aynı dizinin devamını izliyor ve alternatif her rüya, hain ilan ediliyorken…

Ama daha acayipi şu.

Üç çocuk yapın deniyor ve utanmadan, sırıtarak birisinin de devlete ait olduğundan bahsediliyor ya hani…

Buradaki psikanalitik rüyanın anlamı ne? Hangi gelecek tahayyülüyle, nasıl bir “şimdi” inşa ediyorlar?

Muhabbetle…

Bu yazı 21.12.2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Futbola giriş


Futbol kurallarının amacı spontan gelişmeleri önlemektir. Çünkü maç sonucu ve kazanan takım maç öncesinde çoktan belirlenmiştir. Her dakika belirlenmiş skoru kesinleştirmek için oynanır. Eğer bir maçın sonucu önceden bilinmeseydi, futbol çok eğlenceli bir oyun olabilirdi.

Futbol eskiden 100m’ye 50m’lik bir alanda oynanmıştır. 22 oyuncunun rol aldığı bu alan spontanlığa aşırı elverişli olduğu için “off-side kuralı” ile düzenlenmiştir. Böylelikle 22 futbolcu sahanın yarısından daha küçük bir alana sıkışarak top üzerindeki hakimiyetlerini maksimum seviyeye çıkarırlar. Top bu alanın dışına çıkarsa kontrol dışı sonuçlar yaratabilir. Eğer bu durumda gol atabilecek bir oyuncu varsa, oyun hemen durdurulur ve hesapta olmayan goller iptal edilir. Yeni taktikler, oyuncu, hakem ve teknolojinin katkılarıyla pratik oyun alanı her geçen gün daha da daraltılmaktadır.

Yeni futbolda oynanma biçimi de değişmiştir. Artık amaç kaleye gol atmak değildir. Belirlenmiş kaleye belirli sayıda gol atmaktır. Bu sebeple günümüz futbolunun özünü top çevirmek oluşturur. Futbolcular ne kadar iyi top çevirirlerse belirlenmiş skor üzerindeki hakimiyet o kadar artar ve rastlantı minimuma düşer. İyi çeviremedikleri noktada top karşı tarafa geçer ve bu durum kontrolde başarısızlık anlamına gelir. Bu şekilde top kaybeden bir futbolcu kontrolsüzce gol atmaya sebebiyet verebilir. İşte bu sebeple top çeviremeyen futbolcu grubu başarısızdır ve takım ruhunu edinememiş anlamına gelir. Böyle oyuncular oyundan alınır ve yenileriyle değiştirilir. Kaptırılan top ise rakip takım tarafından çevrilmeye devam eder.

Bu düzenlemede bir diğer önemli değişim kanat oyunlarında ortaya çıkmıştır. Eskiden futbol sahanın ortasından ileriye yönelik hamlelerle oynanmıştır. Buna karşılık skoru kolaylıkla etkileyebilecek bu taktiğin kimseye faydası olmadığı fark edilmiş ve oyun günümüzde kanatlara taşınmıştır. Burada en önemli belirleyici kamera açısı ve reklam panolarının görünürlüğüdür. Her takım maç esnasında en az sekiz kez tüm reklam panoları görülecek biçimde sağ ve sol kanattan topu köşe gönderine kadar sürmekle yükümlüdür. Nihayet gol olasılığı kalmayan noktadan topu kaleye gönderirler ve bu topu ya kaleci tutar ya da savunma tarafından tekrar orta sahaya gönderilir.

Günümüzde gelişen teknoloji ve saniyeler bazında değişen futbol borsası artık belirlenen skorun maç yapıldığı sırada değişebilmesini de olanaklı kılmıştır. Normalde top çeviren futbolcular, maç sırasında yeniden belirlenen skora yönelik, belirli zaman aralıklarında kontrollü baskıyı artırır ve nihayet yenilenen skoru oluşturduktan sonra tekrar top çevirmeye devam ederler. Burada artık önemli olan, yeni skorun her iki takım tarafından tekrar korunmasıdır.

Futbolcu bir profesyoneldir. Bunu her defasında belirtmesi mecburidir. Eğer belirtmezse bu oyunu yalnızca heyecan veya zevk için oynadığı izlenimi yaratabilir. Bu durumda skoru etkileyebilecek hareketlerde bulunması söz konusu olur. Bu kişi artık tehlikelidir ve futbol hayatına mahalle maçlarında devam etmek durumunda kalır.

Futbolcu dışında, teknik heyet, yöneticiler, hakem ve top toplayıcılara kadar herkes, yine aynı şekilde profesyoneldir ve bu durumu sürekli vurgulamak zorundadırlar. Burada amaç; satılmış olan malın geri alınmayacağının iyice anlaşılması ve veresiyenin kabul edilmeyeceğinin bilinmesidir.

Futbolcu kontrollü bir eğitim sürecinden geçer. Küçük yaşlardan itibaren bu işin, para için yapılan bir meslek olduğunu anlamalıdır. Futbol bir hiyerarşidir ve bu mesleği yapacak kişi; hangi dakikada oyuna girmesi, sahada nerede durması, kime pas vermesi, kimi tutması ve kime faul yapması gerektiği gibi bilgileri iyice öğrenmiş olmalıdır. Her futbolcu futbolun bir yatırım ve haftalara yayılmış bir süreç olduğunu bilmeli ve ona göre oynamalıdır.

Futbolda daimilik esastır. Muhakkak önünüzdeki haftalara bakmalısınızdır. Önemli olan kazanmış veya kaybetmiş olmak değil, belirlenmiş sonucun elde edilmiş olmasıdır.

Seyirci; bahis oynayan, tv’de yayın izleme, statta maç izleme veya takımıyla ilgili şapka, t-shirt almak üzere cebindeki parayı uzatan kişiye denir. Pazardan alınan şapka ve formalar, internetten kaçak-kuçuk izlemeler seyircilik statüsüne girmez. Bu kişilere hilekar denir ve suça yataklıktan cezalandırılmaları gerekir.

Yeni futbolda skoru belirleyenler karanlıkta kalmalıdır. Buna karşılık kimler olabileceği, sürekli kamuoyuna gösterilir. Böylelikle heyetin meşruiyeti hem gizlenerek, hem de hep gösterilerek sağlanmış olur. Belirleyici heyet, endüstriye giren para akışının tekrar geri dönmesini engellemekle yükümlüdür. Heyet; bahis, yayın hakkı ve maç biletinden elde edilen gelirin matrixini hesaplar ve buna göre skor belirlenir. Belirlerken, sürprizin sürprizinin sürprizi mantığıyla hareket ederler.

Heyetin bir diğer amacı da giren para akışının devamlılığını sağlamak ve daha da artırabilmek üzere girişimlerde bulunmaktır. Bu amaçla futbol endüstrisi dışına çıkıldığı ve yan endüstrilerle paslaşıldığı da görülür. Çoğunlukla erkeklerden oluşan endüstri, kadın mankenler ve kadın pop yıldızlarıyla birlikte anılır. Burada amaç toplumun diğer yarısını oluşturan kadınların da cebinden para çıkarıp vermesidir. Günümüzde, endüstriyi cazip kılmak üzere futbol; mafya, politika ve yargı ile de ilişkilendirilir.

Heyette kimi zaman anlaşmazlıklar meydana gelir. Çoğunlukla gelirin paylaşılamamasından doğan  ve normalde, yapılan toplantılarda diyalog yoluyla çözümlenen bu anlaşmazlıklar, kimi zaman had safhaya geldiğinde, durum kamuoyuna şike kavramıyla anlatılır. Bu anlamda şike kavramını açmakta yarar vardır.

Şike, günümüz futbolunun esas doğasının en kısa ifadesidir. Futbolun hakikati denebilecek bu kavram, tam da hakikatin kendisi olduğu için gizlenmiş ve gelir paylaşımında hizip yaratan grupları suçlayıcı nitelikte kullanılarak gizliliğin derinleştirilmesi işlevini sürdürmeye yöneliktir. Ayrıca bu suçlama hizip tarafından yapılacak “yahu futbolun kendisi zaten şike değil miydi arkadaşlar?” gibisinden samimi savunmaları da devre dışı bırakır.

Futbolda rastlantıya bırakılmış tek olgu toptur. 50’li yıllarda futbolun küple oynanması düşünülmüş, buna karşılık 90’lı yıllarla birlikte geriye kalan tüm sürpriz öğeler ortadan kaldırıldığı için yuvarlak topun sahaya bırakılmasında bir sakınca görülmemiştir.

Son olarak taraftara da değinmek gerekir. Taraftar, seyirciden farklı olarak futbolun hakikatini kavramış kişilere denir. Bu kişiler futbolun yalnızca maç demek olmadığını ve skorun daha önceden masada halledildiğini kavramıştır. Taraftarlar bu sebeple yenilse de yense de takımının bu işten bir karı olduğunu bilir ve “kutsal sadakat” anlayışı gereğince her şekilde taraf olmaya devam ederler.

Muhabbetle…

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , , ile etiketlendi | 1 Yorum

İzmir’in hali


Üç ay hiç televizyon seyretmedikten sonra elime kumandayı alıp, biraz zapladım. Bazen içimdeki mazoşisti bastıramadığımda terapi niyetine iyi geliyor. Nihayet Kanal 24 sıkıntımı aldı.

Nazlı Ilıcak’ın stajyeri Nagehan Alçı’yla, Mehmet Barlas’ın stajyeri Ahmet Kekeç program yapıyorlarmış. Aylar evvel de denk gelmiştim. Programın ismini unutmamaya çalıştıysam da … :-\

İsmi lazım değil zaten.

Ne olacakmış bu İzmir’in hali.? “Ne kadağ bakımsız, kaldırımları ne kadağ sergüzeşt hallerde”ymiş. Hele Nagehan hanımın dili varmıyor söylemeye ama sonra söylemeden de olmaz hesabı bırakıveriyor, “ne kadağ piiiss…”

Ahmet Kekeç ekliyor. İdeolojik tabi… -İdeolojik -ideolojik.. İkisi birden kafa sallıyor, “ideolojik”

Kendi kurdukları tiyatral mahkemede, kendi yaptıkları analizin muhteşem olduğuna hem fikir devam ediyorlar.. Peki ne yapacak bu İzmirliler böyle, bu ideolojiyle?

Doğrudur belki de. Yılmaz Özdil isimli nefret enjektörü de sürekli İzmir’i andığından ve sahiplendiğinden, (-nitekim son olarak da Göztepe’li olduğunu açıklamış), bize sahibimizi seçme özgürlüğü vermiş oluyorlar. Demokrasi deniyor buna… Özdil’e kalsa İzmirli şehitlerine sahip çıkıyor. Vatansever İzmir çünkü, İzmir yemez…

Bir zamanlar Erdoğan; “taraf olmayan bertaraf olur” dediğinde meğer başka bir şeyi ifade ediyormuş. Bu memlekette ya AkP’li olunacakmış ya da Chp’li… Hangisi olursan ol ama ikisinden biri ol!

Biri atıyor topu, biri paslıyor, biri şut! Memleketin politikası bu oldu…

Bu tiyatroya aldanıldığı doğrudur ama İzmir’i İzmir yapan bence bilinçli toplumun aslında sürdürülebilir, yavaş ve yaşanabilir kent politikasını arzulamasında gizlidir.

CHP’li değilim ama umarım Aziz Kocaoğlu Chp’nin genel başkanı olur. Bundan Chp yararı için değil, Türkiye siyasetinin çıtasının azıcık değişebilmesi için bahsediyorum. Nitekim Erdoğan sağ çizginin İstanbul belediye başkanlığından, başbakanlığa giden yolunu oluşturduysa, Chp’nin de İzmir belediyesinden yükselen başkanıyla muhalefet etmesi anlamlı gelir bana. Ayrıca Ahmet Priştina gibi Dsp’den gelen bir isim olduğunu ve aldığı oy oranının genel seçimlerdeki Chp oranının neredeyse iki katı olduğunu da hatırlatmak gerekir. Kocaoğlu şuan Chp’de olsa da, Türkiye’deki Chp ve Chp algısından çok daha farklı işlere imza atıyor. Atmak zorunda kalıyor. Kalkınma partisine muhalif bir belediyecilik geliştirmeye çalışıyor ve sürdürülebilir yeşil politikalara yönelmesi mecburi. Otobüse değil, raylı sisteme yönelmek durumunda, bisiklet yollarını düşünmeli. Belki o sebeple Türkiye’de kalkınma karşıtı tek muhalefet, bilinçli İzmir’de, yaşanabilirliğe önem verilerek gelişiyor. Daha da güzeli; Kocaoğlu medyada çok büyütülmesine karşın, etnik tartışmalara hiç girmiyor, “İzmirlilik” kültürü üzerinden yürüyor, İzmir’in kendi halince bir kültür olduğu tıpkı Floransa, Paris ya da Barcelona gibi kendine has bir görgüsü olduğunu vurguluyor.

Geçenlerde Yeşildere yolundan geçerken meşhur Kadifekale’nin arkasında kalan gecekonduların kalkmış olduğunu gördüğümde taksi şoförüne şaşkınlığımdan bahsettim. O da nefrete bulanmış bir dille “kurtulduk”larından bahsetti. Böyle söylendiğinde kızamıyorum çünkü televizyon, nefret içermeyen herhangi bir düşünce göstermiyor. Ben de mağdur edilmedikten sonra gecekonduların kaldırılmasının yararlı olduğundan dem vurdum. O da insanlaşıp biraz daha açtı. Sonuçta tutarlı bir kentsel dönüşüm politikasının uygulanmış olduğuna kanaat getirdik. Nitekim bu konuda bir şikayet veya eylem haberi duymadım. Belki benim eksikliğimdir ama sanırsam kalkınmacı AkP paradigmasına karşıt bir muhalefet mecburiyeti, bir meyve daha vermişti. Kadifekale’nin İzmir’in en güzel manzarası olduğundan bahsettik ve yeni kentsel dönüşüm ardından oraya dikilecek hoteller ve bilumum alanların topluma muhakkak kapalı olacağını söyledik, gülüştük…

Programda bir Nagehan hanım söylüyor Ahmet bey kafa sallıyor, bir Ahmet bey söylüyor Nagehan hanım kafa sallıyor. Neymiş o Kordon’un hali? Bomboş bir parkmış…

Biz hatırlarız Nagehan hanım, 94-5 yıllarında Konak meydanına Galleria kurulmak istendiğinde yıllar süren çabalar sonunda anca kurtulabildik. O verilen tepkiler sayesinde şehir merkezinde AVM’ye izin hiç çıkmadı. Şimdi ise Konak çok güzel merak etmeyin. Sakin, geniş, rahat.. Hanımefendi peyzajını beğenmemiş, bence peyzajı da güzel. Sokak sergileri için oluşturulmuş alanlar var mesela, her ne kadar pek değerlendirilemese de. Olsun peşkeş çekilmedi, hala herkesin kullanımına açık. İlerde Konak’ta sokak sergileri açılması için bir engel yok.

Doğrudur, İzmir Körfezi’nin üç tarafı da dolduruldu. Tam da 70-80 li yılların açgözlü sermaye politikaları sebebiyle içinden çıkılmaz bir hal alan İzmir’i kurtarabilecek bir plan olarak yıllarca tartışıldı. Sonunda yapıldı, trafiği çözdü, ranta dönüşmesine izin verilmedi. Yine aynı şekilde kontrolsüz sanayi politikalarıyla çamura dönen körfez, büyük kanal projesiyle rahatladı. İzmir şimdilerde ise rahat ve yaşanabilir bir kente dönüştü.

Bence o yıllardaki politikalar İzmirlide belediye hizmeti konularında bir bilinç yarattı. O sebeple Akp’nin İstanbul’daki lale, Ankara’daki fıskiye politikaları İzmir’de işlemiyor.

Örneğin İzmirli demir yolu politikasında ısrarlı, Türkiye’deki en işlevsel metro İzmir’de. Belediye hizmeti yok deniyor ama 80’kmlik raylı sistem hizmete girdi ve İzmir bir uçtan bir uca tıkır tıkır gidilen bir yere dönüştü. Şimdi son kısım tamamlanmak üzere ve açılmasını dört gözle beklediğimiz metro da tamamlandığında yapılmış olan iş, haritada kendisini gösteriyor olacak.

Nagehan hanım Çeşme’den dem vuruyor. Havaalanından Çeşme’ye doğrudan ulaşım yokmuş… Hani ulaştırma bakanı Binali Yıldırım İzmir için aynı projeden bahsetti ya, büyük olasılık başkanına göz kırpıyor. “Bak, bahsettim” diyor.  ;)

Ben de Seferihisar’ı hatırlatırım. Türkiyenin ilk yavaş şehir (slow city) konseptinin yaşatıldığı ve markalaşıp öncülük ettiği ilçesi. Burada benim tanıdığım insanlar samimiyetle karşılıyorlar. Zaten İzmir burası…

Aslında İzmir’in kaderinde;

Avrupa’daki gibi, Türkiye’nin ilk “tembellik hakkı”ndan bahseden,

Akdeniz ülkelerindeki gibi, öğlenleri “fiesta hakkı”ndan bahseden,

her halukarda şiddet karşıtı, muhabbetten yana, vicdani redci,

3000 yıl evvel aynı gün batımını izlemiş dünyanın gelmiş geçmiş en büyük şairi Milet’li Homeros’un öğretisinde olduğu gibi veya Halikarnas Balıkçısı’nın, Can Yücel’in,

“devlet benim neyime! Ben eşime, dostuma, aileme bakarım kardeşim”

diyen ve bunu ister dini ister milli olsun, tüm faşist-hiyerarşik kafalara karşı utanmadan söyleyebileceklerin şehri olması,

sıkıştırıldığı Hacivat-Karagöz politik tiyatral perspektiften çıkıp,

– öncülük etmesi gerekiyor ya,

bakalım ne zaman?

******

Bu yazı 07.12.2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Kültürel demir perde – II


Etnisite üzerinden yapılan kavramlaştırmanın ırkçılıktan veya milliyetçilikten farkı yoktur.  Tosbağaya kaplumbağa diyerek benzer kavramlarla, aynı paradigma içinde dolaşabilirsiniz ama lütfen kendinize solcu ya da yeşil demeyiniz.

Bugün Türkiye’de nefret söylemi had safhadayken, malesef solcularımız ahlak, hoşgörü, karşılıklı anlayıştan bahsetmektedir. “Hepimiz kardeşiz” gibi söylemlerden öteye geçememekte yada “halkların kardeşliği”nden bahsedilmektedir. Bir edebiyatçı, şair yada din adamının ağzından çıkıyormuşcasına üretilen bu söylemlerle solculuğun veya yeşil olmanın esas karakteri; bilimsellik veya nesnellik alaşağı edilmektedir. Oysa hoşgörü, ahlak, sevgi gibi erdemlerin içini boşaltmamak ve ilk başvuru kaynağı yapmamak gerekir.

****

Önceki yazımda çok kullandığım ırk sözcüğünün kulak tırmaladığının farkındayım. Bu yöndeki eleştiriler haklıdır. Yine de etnisite, etnik aidiyet, etnik kimlik gibi kavramlarla aynı paradigma içinde yüzmektense, sözüm ona ırkçı olmayan kavrayışlara ayna tutmak daha anlamlı geldi…

Oysa bu kavramların yerine; kültür, kültürel aidiyet veya kültürel kimlik kavramlarını ön plana çıkarınca bakın neler değişir.

Kültür öğrenilir ve nesnel olarak aktarılır. Etnisite ise soyut bir kavram olarak tepeden inşa edilir veya pompalanır. Kültür, bireyin üzerindeki kıyafetten, kurduğu sofrasına, nasıl dans ettiğinden, hangi müzik aletini çaldığına kadar, gözünüzle görebildiğiniz “şey”lere denirken, diğeri; ülküsel, soyut, yüce, kavranılamaz, akla hayale sığmaz bir “şey”den gücünü aldığı iddiasındadır. Birisi “var”ken, diğeri “yok”tur. Birisi “herşey”i kapsayabilecek kadar geniş ve nesnel bir kavramken, diğeri “hiçbirşey”dir.

Bir kültürü belirlemede en önemli argümanın dil olduğunu vurgulamıştım. Buna karşılık geriye kalan kültürel fenomenler de çok önemlidir.

Bu memlekette Türklükle yatırılıp, Türklükle kaldırıldık. Asil kan söylemleri, tüm dünyanın Türk’ten geldiği, tüm dillerin Türkçe’den evrildiğini iddia ettik.

Aklın bir karış havada olmadan şöyle bir etrafına bak bakalım ey okur. Türklüğüne ilişkin herhangi bir emare görüyor musun etrafında? Yetmediyse sokağa çık, belki sokakta bulursun bir gerçek, nesnel bir işaret. Balon olmayan bir şey… Bulabileceğin tek şey şehir meydanındaki bir anıttan ibarettir.

Bir üstüne başına bak bakalım, giydiğin kıyafete, saçını tarayış biçimine, saç-sakal traşına, makyajına, evinde pişen yemeğe, evinin mimarisine, banyosuna, tuvaletine, ud çalabiliyor musun mesela, ney ya da bağlama? Halk oyunların ne alemde?

Bulabileceğin tek şey hala şansın varsa yediğin yaprak dolmasından ibarettir. Yakın zamanlara kadar herkesin evinde dünyaca ünlü Türk halısı veya kilim olurdu, artık o da yok.  Gerisi Tırt.

Hal böyleyken birilerinin çıkıp hala kendisini Türk ya da Kürt olarak tanımlaması, etnik kimlik üzerinden entelektüel artizlikler yapması, doğrusu fazla budalaca geliyor bana. Sorarım öyleyse Türklüğüne ya da Kürtlüğüne ilişkin hiçbir gösterge yokken etrafında, köhnemiş düşünce biçimini savunduğun argümanın nedir? Neye dayanarak kendini Türk ya da Kürt olarak tanımlıyorsun? Çıkar ağzından baklayı da herkesler duysun bilsin…

Ne kaldı ki geriye?

Bunlardan bahsedince aldığın “milli” eğitimden kelli hüzünlenmiş olabilirsin. Üzülme boşver, bunda da bir hayır vardır. Tv’de bir sürü savaş stratejisti veya gazete denen reklam kağıtları, “bunlar hep Amerika’nın oyunları, yediler bitirdiler kültürümüzü” demeye başlayabilir. Ama bil ki durum oralarda da aynı. Türk kültürü kalmadığı kadar Amerikan kültürü de, Fransız kültürü de Japon kültürü de Hint kültürü de kalmadı zaten dünyada…

Bugün dünyanın neresine giderseniz gidin, aynı tip apartmanlarda, aynı tip daire veya evlerde, aynı kanepelerde, aynı cipsler yenerek, aynı köşeye yerleştirilmiş, aynı tvlere bakılıyor. Eğer dikkatli bakarsan Brezilya’nın da, Hindistan’ın da tvsindeki Mehmet Ali Erbil’i ayırt edebilirsin. Aynı sarışın kadınlar hava durumunu sunuyor. Hepsinde de programlar aynı saatte başlıyor. Herkesin elinde aynı cep telefonu veya bilgisayar…

Hadi tv denen mefhum zaten gerçek veya gösterge kabul edilemez. Tüm kentlerin sokakları aynı asfaltlarla döşenmiş durumda. İnsanlar, ya aynı fast-foodları yiyor yada aynı sofra adabıyla, yani çatal bıçakla masada yiyip içiyor. Kolalar su gibi akıyor. Herkes aynı S-M-L-XL tişörtlere sığmaya çalışıyor. Pantolon, etek, mont, ayakkabı hep aynı. Lunaparklar, müzik, dans, takıtaklavatçakıçakmak…

*****

Yüzyıldan fazla süredir üretilmiş birçok kültür kuramı var. Farkılıkları veya kuramcıların kavrayış farkı olsa da hepsi belli noktalarda birleşir. En basiti ise “giysi” analojisidir. Kültürel kimlik, içinde hep aynı biyolojik insanın yani bireyin bulunduğu, buna karşılık doğuşundan itibaren çevresindeki kültür veya kültürler ile kurduğu etkileşim aracılığıyla yaratmış olduğu kendisine has kişiliğe denebilir. Ancak bu kavrayış etnik kimlik gibi statik, sabit değildir. Nitekim kültürü veya kültürleri de sabit ele almamak gerekir.

Örneğin Türkiye’de alt kimlik-üst kimlik tartışmaları başladı –ki bu kavrayışlar yine de bir bakıma daha yapıcı görünmesine karşın, aynı etnik kavrayışlardan hareket edince aynı kuyuyu daha da derinleştirmekten başka işe yaramaz.  Ayrıca bu ““hiyerarşi”nin kontenjanı kaçtır?” diye sormak gerekir. Mesela Türkiye toplumsal iletişiminde artık iyice yaygınlaşan “önce Türk sonra Müslüman” veya “önce Müslüman sonra Kürt” veya aklı sıra daha yapıcı düşünenlerin kullandığı “önce insan, sonra Türkiyeli, sonra Kürt, sonra Beşiktaşlılık…”  ve varyasyonları mıdır?

Oysa kültür kavramı bakın bu durumu nasıl ele alır

Örneğin; 200 yıl önce kapalı Çerkez kültürü Afrikalı’dan ve hatta dünyada Afrika diye bir yer olduğundan bile haberdar değildi. Yalnızca Kaf dağının ardındaki bir masaldan ibaret Afrika’yı duymuşsa da etkileşim yoktu. Bugün ise beş yaşında tv’de ritüellerini izliyor, 15 yaşında literatürlerini okuyup, 20 yaşında İstanbul’un merkezinde Afrikalı bir arkadaşı olup, Afrika müziğiyle dans edebiliyor. 25 yaşında Afrika’yı görme şansına bile sahip olabiliyor. Etnik kavrayış at gözlüğüyle bakıp durumdan ders çıkarmayabilir ama kültürel kavrayış, bilişsel antropolojide olduğu gibi kültürel çarpışmaların yayıldığını, kültürleri değiştirip dönüştürdüğünü vurguluyor. Bağlamayla perküsyon birarada müzik yapıldığında tek başına bağlama sanatçısı da, perküsyon sanatçısı da tekil kimliğini artık kaybetmiştir. Çünkü kültür örüntülü yapıdadır ve bundan anlaşılması gereken, insanın kültürel giysisinin 1-2 veya 5 gibi kontenjanlarla değil, sayısız ve hiyerarşisiz yapıda zihnine ve yaşamına kodlandığıdır. Tango yaparken Arjantinli’sin, çiğ köfte yerken Kürt, rakı içerken Türk’sün, vodka içerken Rus. Peki ya balık tutarken ya da kamp kurarken?

Malesef Kültürel demir perde yazılarım aynı at gözlüğüne sıkışmaktadır. Gözlüğü çıkarınca neler görülebilir? Birkaç kültür sayayım…

Günümüzde sayılabilecek en belirgin kültür örneği belki de kent kültürüdür veya kırsal kültür, kasaba kültürü, dağlılık, ovalılık, metropol kültürü… Öğretmenlik kültürü, doktorluk kültürü gibi mesleki kültürler… Rock, rap, türkü, arabesk gibi müzikal kültürler… Sanatçılık kültürü, pazarlamacı kültürü, 657 kültürü, edebiyat kültürü… Sokak kültürü, mahalle kültürü, AVM kültürü, gençlik kültürü, üniversite kültürü, varoş kültürü, getto kültürü, Anadolu kültürü, İzmir kültürü, Karadeniz kültürü, doğu kültürü, motorsiklet kültürü, bisiklet kültürü, Vosvos kültürü, sosyete kültürü, havaalanı kültürü, balıkçılık kültürü, kampçılık kültürü, festival kültürü, …Unutmadan Beşiktaşlılık, Fenerbahçelilik, basketbol, tenis, ralli…  Tütün kültürü, gurme kültürü, sofra kültürü, şarap kültürü …Tikitoşluk, apaçilik, metalcilik… Bunların hepsi kişilerin birbirleriyle aynı dili konuşup, kendilerine has simgelerle ortaklıklarını kültürel kimlik olarak ortaya koyar. Kişiler saydığım ve sayamadığım daha nice kültürlere aidiyet hissedebilir. Türk kültürü, Kürt kültürü, Laz kültürü de bu sayılanlar arasında yer bulur, ancak o zaman hem antika kaldıkları dikkat çekecek ve hem de bunlar etnik kavrayışın en başat saydığı kategorilerken, kültür kavrayışının içinde eriyip gidecektir.

Bir kültür hayvanı olan insanın kültürel giysisi gittikçe karmaşıklaşıyor. Kültür kavrayışı, etnik-milliyetçi ulus devlet modellerinin tek tipte insan yetiştirme çabasıyla, sürekli aşılamaya çalıştığı yabancı düşmanlığıyla kafa kafaya zıttır. Kültürel kavrayışta devletlerden tek beklenen ise hukuktur!

Türkiye’nin kültürel demir perdesi, tam da kültür kavramının doğru bilinmemesi, öğretilmemesi, toplumsal iletişimlerde kendisine yer bulamaması, yani kapatılmış olduğu etnik kavrayışların kafesinden çıkamaması ya da tam da kültür kavramının üstünün örtülmesine işaret eder. Dikkat edilirse her iki yazımda da vurgum “hepimiz insanız” değildir. Bunu bile söyleyemeyenler bir yana, amacım çağdaş dünyanın bildiği ama bizim yabancı kaldığımız kavrayış farkına dikkat çekmektir. Kültürel farklılıklar somuttur, hoşgörüye veya karşılıklı anlayışa etnik kavrayıştan daha az ihtiyacı vardır, çünkü kültürel kavrayış kendi halince kültürel göreliliği de beraberinde getirir ve nefret söylemi üretilmesini engeller.

Yeni anayasanın tartışıldığı Türkiye hukuk devletinde her türlü kültürün özgürleşmeye ihtiyacı vardır. Çokkültürlülük, Türkiye’de dar kafalılıkla anlaşıldığı haliyle çok milletlilik ya da çok etniklilik demek değildir. Kültür kavramı ırk, millet, etnisite kavramlarından apayrı bir anlama gelir ve o kavramları çoktan çürütmüştür. Buna karşılık Türkiye’deki politik yelpaze o kadar yoz ki toplumun yarısından fazlası, zaten ırkçılıktan beslenip etnik ayrımcılığı şiddetle onurlandırırken, daha aklı fikri başında olması gereken sol ve yeşil gruplar etnik ayrımcılığı hoşgörü üzerinden onurlandırırlar. Oysa bu ikisi arasında fark yoktur.

Her ne kadar bu yazıda uç örneklere çektiysem de, ilk yazımda kültürü belirlerken dilin önemini zaten vurgulamıştım. Hukuksal zeminde çokkültürlülük, bir yanıyla çok dilliliğe, bir yanıyla bireysel hak ve özgürlüklere, bir yanıyla da milliyetçi-etnik kavrayışların ortadan kaldırılmasına veya devletin her türlü etnik-milliyetçiliğe desteğini kesmesine işaret eder. Nefret söylemi ve suçları; kendisini üst görme bönlüğünün aşılandığı milliyetçi-etnik kavrayıştan kaynaklanmaktadır. Bir kültürbilimci olarak Türkiye’de Kürt sorunundan ziyade milliyetçilik sorunundan bahseder ve çözümün de “etnik veya dini” hiçbir içeriğe sahip olmayan yurttaş anayasası olduğunu savunurum.

Muhabbetle…

Önceki yazı: Kültürel demir perde

Bu yazı 24.11.2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Kültürel demir perde


Türkiye’de sorsan herkes ırkçılık karşıtıdır. Buna karşılık arkadaş sohbetlerinde Kürt sorununa dair ne zaman iki çift laf etsem, meseleyi “yalnızca kültürel” ele aldığım eleştirisi geliyor. Bakın ne söylüyorum da bu eleştiri geliyor.

Beyefendi geçmiş karşıma, giymiş Lacoste t-shirtü, Converse ayakkabıyı, ağzında hamburger, Türkçe, kendisine Kürt diyor. Ben de ona “sen Kürt değilsin. Kürt diye, Güney’in “Yol” filmindeki gibi, dağlarda özgürce at binen insana denir” diyorum. Kızıyorum, çünkü bence o halde kendisini “Kürt” olarak tanımlayan kişi nefret suçu işlenmesine veya şiddete ön ayak olur.

Bir de Türkiye’de kendisini Türk diye tanımlayanlar var –ki göyya fena sevdalılar bu işe… Onlara da “madem bu kadar Türk sevicisisin sayıları gittikçe azalan ve “Yüce Türk Devleti”nin yok saydığı Sarıkeçililer’e veya yörüklere katıl” diyorum. “Hiç olmadı, varolma mücadelesi veren bu gruplara bir desteğini görelim.” Yine de bu ikinci grup biraz daha haklı. En azından Türkçe konuşuyorlar ama bence, bunlar da şiddete ön ayak oluyor.

Malesef ırkçılığın-milliyetçiliğin ya da dönüştürüldüğü yeni anlamıyla etnisitenin ne kadar tehlikeli olabileceğini çağdaş batı dünyası 2. Dünya savaşı sonrası farkedip, önce bilimsel sonra entelektüel zeminde kültür kavramını öne çıkarıp, eski kavrayışları çöpe attıysa da; bizim tarih bilgimiz 1938’de son bulduğundan bu kavrayışlardan bihaberiz. Çağdaş dünya, ırkçılığı veya milliyetçiliği nefret suçu sayıp yasaklamış durumda. Biz ise sade FİFA maçlarında karşılaştığımız bu kavrayışı malesef götümüzden anlıyoruz.

Sanıyoruz ki dünya üzerinde ırklar veya milletler var. …Var ama, birbirimizin ırk veya milletine karşı hoşgörülü olmalıymış-mışız.

Hayır efendim öyle değil!

Meseleye ırk veya millet temelli bakmanın kendisidir ırkçılık. Eğer bu perspektifle bakarsan, ne kadar hoşgörülü olursan ol, kaçınılmaz olarak şiddeti çağırırsın. Milliyetçilik, dünya tarihinde, din üzerinden yaratılan şiddet ve sömürüye karşı çıkmak üzere 18. yy’da ortaya çıkarken, 20. yy ortasına kadar en kanlı savaşlara da sebep olmaktan geri duramadı. Bu sebeple kültür kavramı ortaya çıktı. Tabi bu ortaya çıkış, politik veya barışa hizmet etsin diye değil, bilimsel gelişmeler sebebiyle oldu ve içselleştirildi. O zamandan bu zamana kadarki veriler de bu kavramı doğruluyor. Çünkü bir Fransız geni ile bir Aborijin’in geni arasında fark yok! Ama Fransız kültürü ile Aborijin kültürü birbirinden ne kadar da farklı…

Bizde ise kültür sözcüğü ırk (kan) sayıltısının yanına iliştirilmiş ikinci hatta üçüncü dereceden önemli olan bir süsmüş gibi algılanıyor.  Oysa…

Kültür herşeydir ve kültürsüz insan yoktur. Yani yaygın kullanımıyla üniversite bitiren veya çok okumuş insana kültürlü denmez. Varoştaki ameleden, cemaatteki mümine, üniversite hocasından, rock yıldızına kadar herkes, kişi olarak kültürlüdür. Topluluk olarak ise kültürleri birbirinden, başta dil olmak üzere, giyim-kuşam, yeme-içme adetleri, oyunları, edebiyat-müzik-dans gibi sanatsal faaliyetleri ve her türlü simgeleri ile ayırt edebiliriz.

Kültürün ırksal kavrayışlardan en önemli farkı ise kültür öğrenilir. Anne babadan kanla devralınmaz. Ama anne-babadan öğrenilir. Bu sebeple çok iyi horon tepmeye meyilli bir Karadenizli, Brezilya’da doğsaydı çok iyi samba yapardı. Bu bir varsayım değil, net bir gerçeklik.

Yakın tarihlere kadar Kürt demek bile yasaktı. Buna karşılık Kürt sözcüğüne izin çıktığından beridir bu sözcüğü ırkçı veya milliyetçi Türk kavrayışının yanına, eş kavrayışla getirerek kaçınılmaz şiddetin de önünü açtığımızı anlamalıyız. İki ırkçı aynı ipte oynayamaz.

Bu yazıyı neden yazıyorum?

Çünkü Türkiye’de milliyetçi olmakla matah bir şey yaptığını düşünen ve bence şu an yaşanan şiddetin esas sebebi olan Türk milliyetçisi güruhları zaten geçtim, sol ve yeşil gruplarda bile Kürt sözcüğü benzer bir sayıltıyla kullanılıyor. Bir solcu veya yeşil, örneğin “Kürt kökenli” diye bir laf kullanamaz. Kullanmamalıdır.

Bu sebeple kültür kavramını ön plana çıkarmalı ve tek başına “Türkler” veya “Kürtler” demekten bile kaçınmalı, yada dikkatli davranıp bu sözcüklerle Türk Kültürünü veya Kürt Kültürünü işaret ettiğimizi her fırsatta açıklamalıyız. Çünkü Türkçe, kültür kavramına dilbilimsel olarak da çok uzak ve ne yazık ki çözüm sağlayamayacak sığlıkta. Örneğin İngilizce’de “French” sözcüğü Türkçe anlamıyla ikiye bölünmektedir. Bir tarafta kan sayıltısından hareket eden ve ırka işaret eden “Fransız” anlamına gelmekte, diğer yandan “Fransızca” dilini temsil etmektedir. Oysa İngiliz için bu sözcük, “Fransızca konuşan insan”ı göstermekte, ırk değil kültür farkını ön plana çıkarmaktadır.

Dolayısıyla Türk’ten, öncelikle “Türkçe konuşan insan”ı; Kürt’ten, “Kürtçe konuşan insan”ı, Laz’dan “Lazca konuşan insan”ı, Abhaz’dan “Abhazca konuşan insan”ı anlamaya başlayana kadar Türkiye toplumunun önünde uzun ve çetrefilli bir iletişim sorunu var. Eğer böyle anlarsak Anadolu kültürlerinin nasıl da hızla yok olduğunu daha net görebiliriz. Düşünün; Süryanice bilmeyen bir Süryani ne demektir? Veya böyle bir olgu var olabilir mi? Ya da Türkiye’deki Kürtler’in sayısını 25 milyon gösterenlere karşılık şöyle söylüyorum. Türkiye’de Kürtler’in hakları Kürt nüfus çok olduğu için değil, aksine çok az kaldığı için anayasal güvence altına alınmalıdır. Bu da  Kürt kültürüne jest olsun diye değil, devletin Türkiye’de yaşayan tüm kültürlerin varlığını koruması, hatta gelişmesine gerekli katkıyı sağlaması için yapılmalıdır.

Türkiye’de kritik bir dönemden geçiyoruz. Her politik grup, bugüne kadarki ezberlerini bir tarafa bırakıp, barış söylemini yeniden yapılandırmalı.

Yaşadığımız dünya hızla değişiyor. AkP iktidarı Türkiye’nin demir perdesini, küresel sermayenin yararına olacak şekilde olsa da kırdı. Ancak önümüzde devasa bir kültürel demir perde var. İktidar bu konuda kılını kıpırdatmıyor. Yeni dünya tektipleşmeye meylederken, hiç bir kültürün diğerinden üstün olduğu sayıltısına izin vermeyecek sağ duyuya da sahip. Küresel köye dönüşen yeni dünyada her kültür diğerleriyle iletişim halinde. Çokkültürlü ve geniş bir coğrafyaya sahip Türkiye ise, çokkültürlü dünyaya ayak uydurabilmesi için öncelikle kendisiyle barışmalı ve yeni anayasada milli-ırki-etnik tanımlamalardan hem uzaklaşmalı, hem de çokkültürlülüğün gelişip serpilmesine olanak sağlayacak önlemleri almakla yükümlü hale gelmelidir.

Yaşadığımız dünyada hiç kimse kendisini yalnızca tek bir kültürle tanımlayamaz. Bu ülkede yaşayan hiçbir yurttaşın da kendisini tek kültürle tanımlayamayacağını için için bildiğinden eminim. Sosyal medyada tüm dünyaca değişik varyasyonlarla paylaşılan aşağıdaki metni anarak kapatıyorum.

Your car is Japanese. Your Vodka is Russian. Your pizza is Italian. Your kebab is Turkish. Your democracy is Greek. Your coffee is Brazilian. Your movies are American. Your beers are German. Your shirt is Indian. Your oil is Saudi Arabian. Your electronics are Chinese. Your numbers -Arabic, your letters -Latin. And you complain that your neighbour is an immigrant? Pull yourself together! like if you’re against racism.

Muhabbetle…

Bu yazı 12.11.2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , ile etiketlendi | 1 Yorum

[Röportaj] Haber sunucusu susarsa ne olur?


Bimeras  tarafından bu yıl beşincisi düzenlenen iDANS Uluslararası Çağdaş Dans ve Performans Festivali ilk haftasonu dünyaca ünlü dans ve tiyatro topluluklarıyla çarpıcı bir başlangıç yapıyor. 2 Ekim Pazar (bugün) ve 3 Ekim Pazartesi akşamı Portekizli yazar, yönetmen ve aktör Tiago Rodrigues’in Mundo Perfeito topluluğu ile geliştirdiği medya incelemesi If A Window Would Open (“Bir pencere açılsaydı”) festivalin kaçırılmaması gerekenleri arasında öne çıkıyor. Video ve müzik etkileşimli İngilizce performans, Türkçe özet üstyazı ile 20:30’da garajistanbul’da sahnelenecek.

“If a  window would open”

Ülke çapında bir dil krizi nelere sebebiyet verir? Ağzımızdan çıkanlarla söylediklerimiz birbirini tutmamaya başlarsa? Sessizlik salgını herkesi ele geçirirse? Bunu duyuran haber sunucusu da salgına kapılırsa? Mundo Perfeito ekibi anahaber bültenlerinin gerçeklik montajından yeni olaylar yaratıyor. Hem de bunu akşam haberlerine konu ederek!Medyanın gerçekliği şekillendirip kurgu sunma özelliğinden beslenen eser, halihazırda sunulmuş olana yeniden müdahale ederek alternatif bir gerçeklik yaratıyor. Borges-vari bir şekilde bilimkurgu tonuyla hicvin birleştirilmesiyle ortaya incelikli olduğu kadar sözünü esirgemeyen bir medya incelemesi çıkıyor. Bunun yanı sıra, performansın katmanları açıldıkça eleştirilenin yalnızca medya değil, dilin kullanımı ve insanoğlunun sözle keyfî ilişkisi olduğu gözler önüne seriliyor. Konuşmanın bir hastalık gibi ele alındığı If A Window Would Open’da, bir ihtimal olarak sessizlik ve susmanın etiği araştırılıyor. Medya çalışanlarının hem çaresizlikleri hem de sorumlulukları ele alınırken, kişisel ve özel olanın ezilip gitmediği bir dünyanin imkanı sorgulanıyor.

16 Ekim’de Alternatif Medya Şenliği düzenleyecek olan Yeşil Gazete olarak, okurlarımız için Tiago Rodrigues’e medya konusunda bir kaç soru yönelttik.

1. Hoşgeldiniz. Bize kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?

Ben Portekizli bir tiyatrocuyum. Oyunculuk, yazarlık ve yönetmenlik yapıyorum. Birkaç yıl, Belçikalı tg STAN şirketi ile çalıştıktan sonra Lizbon’ da kendi şirketimi kurdum. Adı Mundo Porfeito. Birçok Portekizli ve yabancı sanatçıyla işbirliği halinde çalışmalar yapıyoruz ve aynı zamanda yeni  yazımlara yatırım yapıyoruz.  Şirketimdeki çalışmalara paralel olarak, sinema ve televizyonda oynamaya ve yazmaya devam ettim. Çalıştığım takımın diğer elemanları ve oyuncularıyla her zaman diyalog halinde olmama rağmen, kendi eserlerimi yazmaya ve yönetmeye başladım. “If a window would open” bu çalışmamın yeni bölümündeki ilk performans.

2. İstanbullu dans severler için gösterinizden birkaç ipucu verebilir misiniz?

“If a window would open”, ilk kez 2010 yılında Alkantra Festival’de gösterildi. Gösteri kendi şirketleri ve kendi projeleri olan bir takım tarafından yaratıldı. Eğer performansın Cast’ına bakarsanız bu bir şekilde size Partekizde tiyatro yapan genç  jenerasyonun bir portresini sunabilir.  Performansta bir DJ ve dört oyuncu haber görüntülerini seslendiriyorlar ve bu görüntülerden  bize yani görüntüleri gerçek addeden tv izleyicilerine yeni ve kurgusal bir öykü öneriyorlar. Bu gösteri dilin dönüştürücü gücü hakkında bir performans.

3. Yen medya düzeni, sosyal ve alternatif medya hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye’deki internet yasakları ve gazetecilerin tutuklu olmasından haberdar mısınız?

Ben kağıda dokunan ve parmakları mürekkeple kirlenen bir  “kağıt” kişisi olmama rağmen, aynı zamanda inanıyorum ki bir yurttaşın gerçeği anlamada tek yolu bir seçenek olarak ana akım medyadan (ağırlıkla tüm dünyada ekonomik çıkarlar tarafından belirlenen) öteye gitmek, daha fazla güvenilirlik ve kalite kazandıran sosyal ve alternatif medyaya girmektir.Türkiye’ deki internet sansüründen haberdarım. İfade özürlüğüne karşı yapılan her türlü saldırıya karşı çok duyarlıyım. Aslında, önümüzdeki haziran ayında Lizbon’ daki Alkantra Festivali’ nde ilk kez sunulacak olan eserlerimden biri, Portekiz’ de faşist rejimin 40 yıl boyunca uyguladığı tiyatro sansürünün arşivine dayanıyor.Bu arşiv son zamanlarda kamuyouna açıklandı. Şimdi, yalnızca hiç sahnelenmemiş olan sansürlü malzemeyi değil aynı zamanda, sansürcülerin kendileri tarafından yazılmış metinleri de içeren bir eser hazırlıyorum. Ben onların özgürlüğe karşı hareketlerini, toplumsal açıdan neyin önemli ya da “tehlikeli” olabileceğine dair bir ders olarak günümüz tiyatrosunda kullanmak istiyorum.

4. Ülkenizde çağdaş dans ve performans sanatının durumu nedir?

Bu zor bir soru. Portekiz sahne sanatlarında farklı kalite ve çeşitlilikte yeni bir nesil var.  Ben önümüzdeki birkaç yıl içinde, Portekiz’in, dans, tiyatro ve performans yaratımında özel bir ülke olduğunu ispat edecektir diye düşünüyorum. Ne yazık ki, hükümetler artık, siyasi politik kaygılar içerenlere ters durumda. Orada son yıllarda bir sürü bütçe kesintileri yapıldı, ancak yeni hükümet Kültür Bakanlığını bile söndürüldü. Ama Portekiz’de Alkantara gibi çağdaş gösteri sanatları için gerçekten güvenli bir liman olan tiyatro ve festivaller var, Teatro Maria Matos Culturgest veya Espaco Tempo. Portekiz’de küçük şeylerle doğaçlama yapmakta hayli iyiyiz. Bu Türkiye ile ortak bir durum. Küçük içeriklerle delezzetli bir çorba yapabilirsiniz. Öte yandan, iyi politikaların eksikliği ve küçük bir ülke olması sebebiyle sanatçılar daha fazla yurt dışında çalışmak durumunda kalması kaçınılmazdır. Bu da bizim göçebe genlerimizden gelen kanımız ki sanırım bu da Türkiye’yle ortak.

******

Tiago Rodrigues’in 2003’te kurduğu performans topluluğu Mundo Perfeito “Mükemmel dünya” anlamına geliyor ve isim topluluğun günümüze dair eleştirel bir yaşayışın ironisine ve geleceğe dair iyimser bir tavrın idealizmine işaret ediyor. 2003’den beri 15 oyun yaratan topluluk verimliliği kadar çeşitli uluslararası sanatçılarla işbirlikleriyle de dikkat çekiyor. If A Window Would Open Portekiz Yazarlar Birliği Yılın Oyunu Ödülü’ne aday gösterildi.

Röportaj: Ramazan Kaya, Yeşil Gazete – Sanat

İlgili haber;

İDANS başlıyor; festivalde neler var?

Röportaj, Yeşil Politika içinde yayınlandı | ile etiketlendi | Yorum bırakın

Ak’la Kara


Bu yazı 24.08.2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Beckett, satrançta, taşlar başlangıç pozisyonuna yerleştirildikten sonra yapılacak her hamlenin oynayanın gücünü zayıflatacağını söyler. Her biri prezentabl üniformasıyla “kazanma”ya endeksletilmiş genç girişimcilerle dolu endüstriyel toplumu oluşturan piyonların, olsa olsa “90 dakkada başarının sırrı” kitapları okuduğu düşünülünce, varsa yoksa moral bozacak bu söz, tıpkı ölümü hatırlatan mezarlıklar gibi sosyal hayatın dışına atılmalıdır. Adorno’nun yeniden canlandırmaya gayret ettiği ve en eski çağlardan beri bilimin esas alanı olan pesimist kavrayışın, uç örneklerinden biri olan Beckett’da; ideal bir satranç partisinde yenilgi ve kayıp kaçınılmaz olduğuna göre, taşların yerlerinden hiç kıpırdatılmaması gerekir(di).

Tek taraflı ateşkesine karşılık alamayan PKK’nın, bir süre sonra gencecik askerleri öldürmesiyle fitilini yaktığı ateş, önceki gün Türkiye ordusunun gencecik PKK askerleri yanında öldürdüğü, aralarında 4 bebek-çocuk ve bir hamile kadının bulunduğu trajediye dönüştü. TSK ise rakama indirgediği canları “90-100 felan” diyerek açıkladı. Kuzey Irak’ta Türkiye aleyhine yapılan gösterilerde ise ölen 7 sivil için Türkiye devletinin özür dilemesi ve tazminat ödemesinin beklendiği duyuruldu. Tıpkı Türkiye devletinin İsrail devletinden beklediği ve gelmeyen özür ve tazminat gibi… Fakat aynı oyunun sonraki hamlesini kestirmek de zor değil. Zira İsrail bunu yapacak olsa, Erdoğan’ın bir başka dizgede takındığı omurgasızlıkla itham tavrının İsrail’e karşı da devreye girmesi kaçınılmaz ve hatta bunu beklediği de açık. Omurgasız olmayacağı anlaşılan Erdoğan’ın ise İsrail gibi suçunu güçle örtmesi de mecburi. Hep aynı trajedinin aynı dinamiklerle ilerlediği, her stratejist-vaizin nihai sonu sağlayacak vaatlerinin de, aslında daha büyük savaşın çağrıcısına dönüştüğü dev bir makine bu. Her çark kendisini iktiren diğer çarkların hareketine bağlı ve durması veya özgür iradeyle karar vermesi de imkansız… Silaha dokunmak istemeyen vicdani redcilerin alnına silah doğrultan bu makinede, eğer ölümlerin kökünün kurutulması isteniyorsa tek yapılacak olan anaların artık doğurmaması. Ölümlerden kurtulmak için yaşamın kurban verilmesi.

Hep aynı aynayı tutar gibi görünen Antik Yunan veya o ruhun temsilcisi Shakespeare tragedyaları bile farklı farklı örgülere, örüntülere sahipti. Oysa zamane trajedisinin sonraki perdesi de otomatikleşmiştir. Erdoğan, kendisini kahramana dönüştüren one minute çıkışıyla edindiği tahtta, Peres misali kendisine one minute diyecek yeni mazlum kahramanı çağırıyor. Makine ona elbette istediğini verecektir. Ancak aynı hikayenin yaratacağı yeni mazlum kahramanın öncekinden daha zalim olması da makinenin kurguladığı kaçınılmaz gerçeklik olarak duruyor. Tarih diye; kendi kendisini patlatacak bu makinenin kaderine yaklaşmasını hızlandıran veya yavaşlatan isimlere deniyor. Sadece savaşları anlatan, kaybetmenin farklı dillerde kazanmaya dönüştüğü,  sürekli kendi “biz”inden bahseden din adamları aracılığıyla müjdeli gelecek vaad etmesi, kısaca kaybetme ve kazanma sorununa ters açılardan endekslenmiş tarih canavarının, zalimleri kahramanlaştırıp ismini anmaya bile gerek olmayanları (zalimin karşıtını bulamadım) silikleştirmesi de canavarın cilvesi olarak kabul edilmeli. Bize dayatılan ve adına bilgi sahibi olmak denilen, bu.

Vahşet çağından çıkışın imkansızlaştırıldığı endüstriyel toplumda, herkesin bildiği gerçekleri yüze çarpan pesimist felsefe aslında çözümü de içinde gizliden gizliye barındırmaktadır. Bu yazı ise çözümü gizli tutmaya gerek görmeyerek kendisini sanatsal edimlerden ayırmayı göze alabilir. Çözüm nerede mi? Endüstriyel bilgi dağarcığı neyi şeytanlaştırılıyorsa işte orada!

Beckett’a göre “ideal satranç”ta, oyun bittiğinde taşlar başlangıçtaki konumuna dönmüş olmalıydı. Oysa ölümcül günümüz bilinci bunu kavramaktan aciz durumda. Çin daması bittiğinde yeni oyun alanı, hiç dışarı atılmamış taşlarıyla halihazırdır. Oysa satranç ölülerini biriktirmektedir. Zaten “biriktirmek” ve “kazanmak” endüstriyel kültürün ruhu, mitosu, dini,… ne derseniz deyini.

İşte makinenin trajedisinin aynı zamanda kendisine kah kah gülerek içine gizlediği dram…

Kazanma paradigmasının mükemmelliği ekonomistlerce de onaylanan, son yılların en hızlı kalkınan ülkesi Türkiye’nin, politik ve medyatik starlarının el ele vererek gerçekleştirdikleri dünyanın en yoksul ve yazıksanacak ülkesi konumunda bulunan Afrika ziyareti. Hayatında yalnızca 1984 isimli romanı okumuş, onu da yanlış anlamış Erdoğan ve kurmaylarının bir bilimkurgu aracılığıyla heybesini şişirdiği Türkiye’yle, tüm bu kurmacalardan habersiz her tarafından sömürülmüş Somali’nin beraber sunduğu, Ak’la – Karanın buluşması… Güler misin, ağlar mısın?

Zenginliğin, mal ve mülkiyetin, dışında kalmış Afrika. Kıçlarında don olmayan Afrika. Ahlak zabitesi TRT’nin bile kadınlarının memelerini mozaiklemediği Afrika. Hani en olunmaması gereken, en dönüşülmemesi gereken, çocuklara cin masallarıyla anlatılan ibret abidesi Afrika. Şeytanlaştırılmış Afrika…

Afrikalı, içine doğduğu dünyadan ayrılırken, yaşadığı dünyaya teşekkür edercesine onu bulduğu gibi bırakır. Onda en ufak değişiklik yapmamış olmak temel felsefesi ve hatta dinidir. Onda günah olan biriktirmektir. Bu felsefeyi dile kolay 1,5 milyon yıldır yaşatmaktadır. 200 yıllık endüstriyalizmin, 10 yıllık görgüsüz devşirmeleri ise üstüne bastığı zeminin kırılmaya yüz tuttuğundan habersiz firavunları andırmaktadır. Dünyanın yeni sahibi olduğunu iddia eden zamane dindar yöneticileri, öldürmekle gururlanır, oydukları dağları, diktikleri barajları, gezegenin kanseri olan fabrikaları, kestikleri ağaçları, kuruttukları gölleri, yıkıp yerine daha büyüğünü inşa ettikleri binalarıyla övünürler. Herşeyi daha büyüğüne dönüştürmek üzere biriktirirler. Yarattığı tanrı bile en yere göğe sığmayan cinstendir. Üstüne dünyanın dengesini şaşırttırıp susuz bırakılmış ve kendi kaynaklarına dokunmayan Afrikalıya gider ve onları makinede madenci olmaya yani kendi cennetlerinin cehennemine iktirirler. Oysa merhamet kisvesine bürünmüş ama Erdoğan’ın ağzından çıkan “veriyoruz ama paramız bereketlidir”le tamahkar takipçilerine göz kırptığı sonradan misliyle geri alacağının işaretini gözden kaçırmamak gerekir. Bu gösteri yalnızca televizyon olan yerlerden izlenebilmektedir. Bu gösterinin muhatabı Afrikalı değildir. Onlara, gökten zembille inilir ve haberdar bile olmadıkları ünlüler aracılığıyla karınları doyurulur. Ancak bilinir ki beyaz şeytan verilen bulgurun çok daha fazlasını zaten kendisine ayırmıştır. Bürokrasi denen kağıt değiş-tokuşu yalnızca daha karlı olana yönelmiş olduğundan, ayırmamış olması da mümkün değildir.

Beckett’ın Godot’yu Beklerken trajedisini de anmak gerekir. Zamane biriktirmeci kazanma heveslisi insan müsveddesinin hiçbir şeyi bekleyecek zamanı yoktur. Böylelikle koşa koşa gitmektedir Godot’ya. Üstelik her birikim aynı anda yetmeme anlamını içinde taşırken, kazanmak ise kaybedilecek günleri çağırmakta ve aynı zamanda kaybettirmenin hikayesini de anlatmaktadır. Oysa Afrikalının kısa olduğu için acımamız beklendiği ömrü, en imkansızı beklemeye bile muktedirdir. Belki de günahkarlığı sebebiyle kendisini ebedi ölümle ödüllendirmiş “ak” insanın kulağına, “kara” Afrikalının, atalarından kalma şu ilahiyi fısıldamış olmasını dilerdim. Belki böylelikle ister dini, ister modern olsun ama temelde aynı biçimde şaşmaz ve kesin doğruların var olduğunu kafaya kakan ve belki de makinenin tek önemsediği de bu olan budalalığından sıyrılıp, kendi özgür iradesiyle, kendi entelektüel aklını kullanmayı tekrar hatırlayabilir(di).

Varlıklardan çok

Nesneleri dinle.

Ateşin sesi işitilir,

Suyun sesini dinle,

Dinle rüzgarda

Hıçkıran çalılığı,

Ataların soluğudur bu.

Ölenler asla gitmediler,

Aydınlanan gölgede onlar

Ve yoğunlaşan gölgede,

Ölüler yerin altında değil,

Titreyen ağaçta,

İnildeyen odunda,

Akan suda,

Uyuklayan suda,

Kulübede, kalabalık içinde onlar,

Ölüler ölü değil.

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Rock-A Festivali

This gallery contains 23 photos.


“Alternatif Yaşamın Demo”su Rock-A sona erdi. Bu yıl İzmir – Foça, People Camping’de yapılan festivalde yaklaşık 1000 çadır kuruldu. Tamamen gönüllülerle organize edilen festivale giriş ücreti olmadığı için katılanların sayısı tam olarak bilinemiyor. Yine de özellikle cumartesi günü katılımcıların sayısının … Okumaya devam et

More Galleries | , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Festival Habercisi 2011 – Rock’n Coke’ta…


Bu yazı 30.07.2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Müzik festivalleri -öteki.” yaşamdır. Başka türlü olmanın, normal toplumsal yasa ve yükümlülüklerden uzak bulunmanın, ciddiyetin çok çok ötesinde ve hatta ciddiyetle ilgisiz; gücünü “o an-orada” bulunan insanların organik iletişiminden alan, eğlencenin, dans etmenin, gülmenin yer aldığı, buna karşılık üretim ve kalkınmanın olmadığı geçici alanlardır. Woodstock’69 afişindeki gibi “3 gün boyunca barış ve müzik”in yer aldığı, devrim yapmak değilde, “devrimin kendisi olma”nın alanlarıdır.

Müzik festivalleri, sıradan ya da rütin hayatlardan uzaklaşılan, üzerimizde baskı oluşturan her türlü iktidardan, kurulu düzenlerden, endüstriyalizmin insana sunduğu çark rolünden ayrı, geçici özgürlüğün kutlandığı alanlardır. Bu alanlarda tüm hiyerarşik rütbeler, ayrıcalıklar, normlar ve yasaklar askıya alınır. Normalde; kast, mülkiyet, meslek ve yaş bariyerleriyle birbirinden ayrılan insanlar arasında, yapılan etkinliğe has olarak özgür ve dostane bir ilişki biçimi egemen olur. “Başka bir dünya mümkün” söyleminden bahsediyorsak, festivallerde bu olgu yaşamaktadır. Bu yazı dizisi bu alanlardaki yaşantılara dikkat çekme kaygısı taşımaktadır. (Festival Habercisi – 2 , 2010)

Festival Habercisi olarak 2010 yılında kamp yapılarak kalınan gençlik müzik festivallerine odaklanıp, bu etkinliklerin hem öncesinden haberlerini verip, hem katılıp, hem de sonra orada yaşananları aktarmaya, işte bu ön sayıltıyla başlamıştım. O günden bu yana birçok etkinliği Yeşil Gazete’ye taşıdım. Bunu yaparken bir amacım da klasik medya aygıtlarının manipulasyonundan uzak, yalnızca sahne üzerine odaklanmayan, festivalin bir yaşam alanı olduğu sayıltısıyla, orada yaşananları bağımsız aktarmak ve farklı festivallerin birbirlerinden ayrılan yanlarını yeşil ilkeler ve ütopya üzerinden tasvir etmekti.

Bugüne kadar katıldığım ve haberini yapıp, yorumladığım festivalleri hep kendi içinde, kendi katılımcıları açısından değerlendirmeye özen gösterdim. Buna karşılık bu durumun extreme bir duruş olduğunun da hep farkındaydım. Etnik ve dini ayrımcılıkların silinmeye yüz tuttuğu (tv’de öyle gösterilmemesine karşın!) çağdaş dünyada, tam tersine özellikle gençler arasında yeni ayrımcılık biçimlerine dönüştüğünden haberdardım. Rock müzik severlerin elektronik müzik dinleyenlere, rapçilerin rockçılara ya da tersi vs vs duruşları her zaman yapay ve değersiz buldum. Katıldığım festivallerde hangi müzik tarzına hitap ederse etsin; eğlenen, dans eden, yaşam coşkusuyla hem bedensel, hem bilişsel sınırlarını zorlayan veya politik-muhalif festivallerde aynı zamanda toplumsal bilincini ve duruşunu geliştiren insanlarla birlikteydim.

Bunlardan uzun uzun bahsediyorum çünkü Türkiye insanının nazarında festival denince akla ilk gelen! (neden acaba?) Rock’n Coke Festivali’ni eleştireceğim. Bu festivali halihazırda kafamıza sokuşturulmuş kavramlarla tartışamam.

Endüstriyalizm kıskacında Türkiye

80 darbesinin toplum üzerinden silindir gibi geçtiği söylenir ya hani; bu söylem daha henüz ağızdan çıkarken “eski” bir ses olarak kulaklarımızda çınlar. Bu söz, 80 sonrası yetişen apolitik gençlik için çoğunlukla anlamsızdır. Bu anlamın içi ancak yeşil düşünce ile dolabilir. Çünkü 80 darbesi esasen Türkiye’nin endüstriyalizmin kıskacına girişidir. Bunu “artık” görebiliyoruz. Eski “sesler”, benimde içinde bulunduğum neslin eğitim sürecini göremedi. Oysa bizler okullarda siyasi tutuklulardık. Bizlere; sanayi, kentleşme ve modernite eğitimi verilirken rahatsız olmamız gereken entelektüel değerleri eski politiklik karşılayamadı. Çünkü bizler artık zorunlu eğitimin önce 8 sonra 11 ve 12 yıla çıkarıldığı, yaz tatillerinde dahi kırsal hayatla hiçbir bağlantısı kalmamış yeni nesildik. Toprak yolların kalktığı, kaldırımların dahi düzenlenip betonlaştırıldığı, doğal orman ve ağaçlar yerine, park ve bahçelerde yeni dikilen fidanlarla büyüyen, buna karşılık aynı park ve bahçelerde çimlere basmanın yasak olduğu, karıncaların evimiz ve eşiğimizden kovalanıp ayıklanması gerektiğine inandırılan yeni insanlardık. 80 öncesi kuşakların doğayla bir şekilde bağlantısı varken, bizler artık doğayı özel kanallar ve belgesellerden izlemeye başladık. Bu nesil, bu sebeple 5 ağacı bir arada görse arasından ayı çıkacak diye korkuyor. Evde köpek veya kediyle yaşamak bizden önceki nesil için “birlikte yaşama” (mutualizm) dengesiyken, bizler için salt biblo-süs eşyası anlamına dönüşmeye başladı. Kimse aradaki farka işaret etmeyi beceremedi.

Endüstriyalizmin kıskacında daha doğuştan toplumun malı olduğumuz ortadayken, otomatik düz bir bantta toplumsal makinenin içine çekiliyorduk. Bu süreçte ise, sağı geçtim; sol aksiyom, aydınlar, şairler dahi hala bize topluma yararlı olmanın mesajını veriyordu. Sanki aksi mümkünmüş gibi!

Oysa bize yeni bir entelektüalite, yeni bir yaşam, yeni bir anlam gerekliydi. Hem sağ ve hem de solcuların yücelttiği çalışma, üretme ve kalkınmaya karşılık birilerinin çıkıp tembelliği veya yeşil düşüncenin en derin ilkesi olan sürdürülebilirliği övmesi gerekiyordu. Bize sol aksiyom “hayatta herşey para değil!” diyordu ama artık bu sözün içini dolduramıyordu. Kentlilik, temizlik ve hijyen kafamıza kazıtılırken; elimize, kafamıza sürdüğümüz sabunun, şampuanın, tabağımızı, giysimizi yıkadığımız deterjanların aslında kimyasal pislik olduğunu anlatacak, öğretecek veya hatırlatacak birileri gerekiyordu. Bizler günde iki dakika dişlerimizi fırçalamamız gerektiğinin aksini düşünemezken, Ayşe Özgün televizyona çıkıp köylüye götünü yıkamasını öğretiyor; bizleri, yani  yeni nesli; eskiyle, kırsalla, köyle olan bağımızdan utandırıyordu.

Endüstriyalizmin bir dili vardı. Bu koca makinede herşey mantığın veya mantıkçılığın dilinden konuşuyordu. Bizler artık mantığın içine doğmuştuk. Mantığın karşıtında duran çılgınlığın, duyguların, irrasyonalitenin, oyunun dilinden de konuşmamız gerekiyordu. Ancak bundan kimse bahsetmiyordu. Solcusu da mantıklı konuşuyordu. Sağcısı da. Kapitalizmi, hem mantıkla yüceltiyor, hem de mantıkla lanetliyorduk. Bizler örneğin Türkiye’de din eğitimiyle büyüyen ilk nesildik. Dindarı, dini, mantıkla yüceltiyor; dinsizi, dini mantıkla eleştiriyordu. Bu koca makinenin dışına çıkmak imkansızdı. Evde, okulda, işte, arabada, otobüste…

Endüstrileşmiş toplumlarda sol içinden yeni iç eleştirilerle yükselen yeşil düşünceyi anlaması için Türkiye aydınlarının oldukça uzun zamanı vardı. Ancak o okumaları yapmaktan aciz kaldığını bugün görüyoruz. Aslında hala aynı sorun devam etmekte. Avrupa birliği düşkünü çağdaşlarımız o ülkelerdeki yeşil muhalefetin bahsettiği otomatikleşmiş yaşamları, devasa yabancılaşmayı hiç duymamış gibidirler. Onlar da makinenin kıskacına düşmüş, akıl ve mantıkla tumturaklı sözler etmektedirler.

Rock’n Coke’u eleştirmeden önce bir “mantık”lı söz de ben ekliyim. Bakalım bu kısa olması gereken yazı için özetleyici olabilecek mi?

1947 yılında, Amerika’da, bebek mamasının anne sütünden daha besleyici olduğu angaryası patladıktan 20 yıl sonra gençlik müzik festivalleri kitleselleşmeye ve hemen ardından 2 yıl sonra Woodstock’la birikte bir ritüele dönüşmeye başladı. 1980 yılında Türkiye’de bebek maması anne sütünün yerini alışından yirmi yıl sonra ise ilk gençlik müzik festivali H2000 gerçekleştirildi. Buradaki esas mesele endüstriyalizme doğan insanın insanlığından yabancılaşması ve bireylerin bu yabancılaşmaya verdiği tepki meselesidir. Nitekim tepkiler de değişebilmektedir. Kimisi beraber şarkı söyleyip, dans etmeye yönelirken, kimisi ise bu yabancılaşmayı kanıksayıp, beton kutulara kapanıp, pimapene, izocama sığınıp, dışarı çıkarken de üstüne perde geçirip endüstriyalizme alet oldu. Bu anlamda dünyada endüstriyalizmle birlikte (artık Türkiye’de de olduğu gibi) İslam’ın desteklenmesi hiç şaşırtıcı değildir.

Rock’n Coke konserleri

Konser diyorum çünkü festival olduğuna dair pek bir işaret bulamadım. Zaten katılımcıları da bu etkinliğe konsere gider gibi gidiyor. Verilen rakamlar 45.000 kişinin katıldığını ancak bunlardan 7.000’inin çadırlı olduğunu gösteriyor. Bu haliyle aslında kamp yapılarak kalınan müzik festivalleri açısından Rock Tatili Foça’nın 40.000 kişilik ve yaklaşık bir hafta süren çadırlı konaklamasının yakınından bile geçmiyor.

Konserle, kamp yapılan festival arasındaki fark oldukça büyüktür. Konsere edilgen biçimde sahneyi görmek için, festivale ise etkin bir şekilde alanda yaşamak üzere gidersiniz. Birinde akşam yatağınıza dönerken, diğerinde yeni güne festival alanında uyanırsınız. Zaten festival ruhunu esasen ikinci gününden itibaren hissetmeye başlarsınız. Üçüncü ve dördüncü gününden sonrasında ise önemli bir deneyime dönüşmeye başlar. Artık aslolan müzik değildir. Bu sebeple bir müzik festivali deneyimi doğada uzun günlerce kalınan kampçılık veya dağcılık deneyimine, konsere katılmaktan daha yakındır. Müzik festivali, doğayla içiçe sessiz-sükun kampçılık deneyiminin kalabalıklarla birarada olunduğu ve eğlencenin önplana çıkarıldığı biçimidir. Buna karşılık Rock’n Coke 2 günlüktür. Yalnızca bir gece konaklanılmaktadır. Bu haliyle festival ruhunu deneyimlemek için çok yetersizdir.

Ben yine festivali katılımcılar açısından sahneye odaklanmadan yapacağım. Ancak bu sahneye odaklanma meselesini biraz açmak gerekir. Sosyal medya veya tv’de Rock’n Coke ile ilgili yazılar veya görseller bir incelensin. En basitinden Rock’n Coke’la tam bir işbirliği içinde olan ntvmsnbc sitesine bir bakılsın. Festival sonrası bir fotogaleri ekleyen haber sitesinde yayımlanan 80 fotoğraftan 74’ü sahnedeki müzisyenlerin fotoğrafı. 5 tanesinde sahneyle birlikte kalabalıklar gösteriliyor. Bir tanesinde minderde oturmuş bir kişi var. Bu durum toplumun görmezden gelinişinin, toplumu salt yığınlar olarak gören endüstriyalizmin perspektifidir. Esas şikayet edilmesi gereken endüstriyel metaya dönüşen insanın bu durumu bu kadar kolay kanıksıyor olması değil midir?

Oysa bir müzik festivalinin en önemli özelliği, bir ağaç gölgesinde çimenler üzerinde keyfince uzanabilmek ya da deniz kenarında yapılan bir etkinlikte denize girerken sahneden gelen müziğe de kulak verebilmek gibi örneklerdir. Rock’n Coke alanında ise tek bir ağaç yoktur. Üstelik 2009 Rock’n Coke, F1 İstanbulpark’ta yapılırken zemin asfalttı.

Bu durum fotodaki gibi görüntüler yaratıyordu. Bu anlamda konserle festival arasındaki belirleyici farklardan diğeri, konserde sanatçılar sabit olup, izleyiciler alana alınıp, konser sonrası dışarı çıkarılırken (-ki bu durum yine insanın endüstriyel metaya dönüştürüldüğünün işaretidir), festivalde katılımcıların yaşam alanına, müzisyenler konuk olurlar. İşte festivalin temelde endüstriyalizme karşıt duruşunun özelliği de buradadır. Festivaldeki insanlar, konsere göre daha değerli ve aktif bir konumdadır. Bu durum ise Rock’n Coke’da yine pek geçerli değildir.

Yalnız kalabalıklar

Kimse kimseyi kandırmasın. Rock’n Coke devasa bir iletişimsizlik alanıdır. Arkadaş grubunuzla gider kakara-kikiri yapar ve geri dönersiniz. Alanda tanıdık birilerini görürseniz beraber biraz zaman geçirirsiniz. Bunun dışında yabancılarla kesinlikle konuşulmamalıdır. Bu kuralı kim koyuyor? Çünkü girişte devasa güvenlik işlemlerinden geçersiniz. Bu güvenlikler gündelik hayatlarımızda sürekli hatırlatıldığı gibi tehlikeli insanların uyarısını yapmaktadır. Nasıl gündelik hayatlarımızda kimseyle konuşmuyorsak aynı şekilde aynı alt metinle şunu söyler: “Güvenlik olması yeterli değildir. Aralardan sıyrılmış olabilirler”. “Dikkat!” demektedir, “siz yine de birbirinize güvenmeyiniz.”

Rock’n Coke’tan beridir sosyal medya ve bloglarda karşılaştığım yazılar ise şahane hakkaten. Ne çılgınlar varmış… Ne de çılgınlar gibi eğlenenler varmış… Kimdi onlar ben görmedim. Benim gördüğüm en fazla şarkılara mırın kırın sallanarak eşlik eden insanlardan ibaretti. Ayakta durmaktan beli ağrıyan insanların ritmik sallanmasından öteye geçemeyen. Zaten Rock’n Coke tıpkı normal toplumsal yaşamdaki gibi otomatizasyonun azıcık dışına çıkılması durumunda karşısındakini deli konumuna sokmaya hazır veya “sen ne içtin?” esprisi yapmak için bekleyen insanlarla doludur. Herkes birbirini izler. Seyirlik bir panayır ya da insanat bahçesine benzemektedir. Seyretmek için kendinize sahnelerden sahne beğenebilirsiniz. Nitekim 4 sahne vardır. Ama katılımcı muhakkak edilgendir. Hatta öyle ki en çılgın müzik grubu bile performansının yumuşatılması için kulağı çekilmiş gibidir. Burası sonuçta kokakolanın alanıdır ve birileri coşacak olursa bu hiç iyi olmaz.

Peki bunlar neden önemli olsun? Şu sebeple…

Gençlik müzik festivalleri aracılığıyla doğada yaşarken, esasında tıpkı kampçılık veya dağcılık faaliyetlerinde de için için hissedildiği gibi doğada yaşamanın hiç de güç olmadığını öğrenirsiniz. Hele ki yaz aylarında uyku tulumu veya çadıra bile aslında gerek yoktur. Bu alanlarda, dünyaya doğan insanın en temel soru ve sorunları aklınızda canlanır. Size hiç hatırlatılmayan sorular sorar ve yanıtların ne kadar da basit olduğunu görürsünüz. Oysa Rock’n Coke’ta çadır alanında sıkış tepiş konaklamaya zorlanılırsınız. Bu yıl kamp alanı çilesini yaşamadım. Ancak 2009’da kaldığımda geceleri mutlak sessizliği unutamıyorum. Askeri kamp gibi uyutulan insanların çıt çıkarmaması otokontrol aracılığıyla sağlanıyordu. En ufak seste hemen yakınlarda ama nereden geldiği aynı zamanda belli olmayan bir ses (tabi “çağdaşlık”tan da nasibini almış olduğu pek bir belli!) “sessiz olmanızı”, “burada herkesin uyumaya çalıştığını” hatırlatıyordu. Ne de olsa “bireylerin özgürlüğü, diğerinin özgürlük sınırına kadardır” öyle değil mi? Yani hiçbirimizin özgür olmadığını hatırlatan endüstriyalizmin sırtını dayadığı en temel ilke. Bu haliyle yaşadığınız apartman dairelerinin, sesi az da olsa yalıtıyor olmasına duacı olursunuz. “Yaşasın hepsi birbirinin aynısı endüstriyel apartmanlar!” demelisinizdir. Gençlik müzik festivallerine katılıp endüstriyel sistemi dışarıdan gözleyip, zavallı hayatçıklarımızı farkedip, sisteme dair şüpheler geliştirecekken, Rock’n Coke sonrası sisteme duacı olur ya da aksini düşünme fırsatı elinizden alınır.

Uzun oldu, kısa keseyim… Gençlik müzik festivalleri endüstriyel toplumlarda ihtiyaç üzerine doğmuştur. Sosyal hayvan olan insanın görünmez duvarlarla hapsedilmesi, bu etkinliklerle geri tepmiştir. O sebeple bu alanlar, gündelik hayat pratiklerimizin tam karşıtında duran davranışlar için tampon görevi görür. Bunların en başında ise özgürlük nüansı vardır. Bu alanlarda insanın özgürlük sınırı, diğerinin sınırına kadar değildir. O sınırlar neşeli bir kavrayışla aşılır. Burada insanın en temel özgürlük bilinci yaşar. Şöyle fısıldar. “Birbirinin özgürlük sınırına değil de özgürlüğüne saygı duyan nesillere ihtiyacımız var. Bak, işte şimdi mükemmelleşmedi mi dünya?” İşte bu sebeple, bu alanlarda, kitlesel bir şekilde yaşar ve hiç kavgaya denk gelmezsiniz. O zaman da dersiniz ki bize dünyada düşmanlar, tehlikeli insanlar, kötülerin varlığı sürekli olarak anlatılıyor. Peki nerede bunlar? Anlarsınız ki tehlikeli olan insan, mantığın demirden kafesine kapatılmış insandır.

Sonuç olarak bir gençlik müzik festivali insana başka bir dünyanın kapısını açar. Geçici olarak başka bir dünyaya kaçarsınız. Bu yaşam katılımcıyı, okulda, tv’de gösterilmeyen daha esasa ilişkin bilgelikle donatır, dünyaya başka bir perspektiften bakmayı kafanıza kakan bir inisiasyon görevi görür. Normal toplumsal yaşamın kati duvarlarının göreliliğini öğrenir, içinde yaşadığınız toplumu kendinizle birlikte değiştirir, dönüştürürsünüz. Buna karşılık yaşadığımız çağın en büyük sorunu olan “gerçek ile sahte” sorunu Rock’n Coke ile tekrar karşımızdadır. Gündelik hayat pratiklerinden çoğunlukla farksız olan Rock’n Coke ise tam aksine şunu söylemektedir. “Kaçacak yer yok!”

Kültürel pratiklerden ekonomi-politik değerlendirmelere hiç giremedim. Sahne önü bileti, VIP, çalışan ve katılımcı hepsi ayrılmıştır. Herkes her zaman olduğu gibi burada da haddini bilmelidir. Barışmış, özgürlükmüş bunlar LAF! Eğlence istiyorsun, al sana haddince eğlence! Starlar senin için ulaşılamazdır. O sebeple sahnedekileri ancak bariyerlerin arkasından 20 metre uzaktan seyredebilirsin! Haa ama parasını verirsen 10 metreye de düşebilir. Reklamlarımızı kafanıza pompaladık. O kadar salaksınız ki bunun için üstüne para bile veriyorsunuz. Haa, ama unutma, zirvede hala bir kişiye daha yer var. Belki o sen olabilirsin… Wuu hahaha! Hadi şimdi evlerinize dağılın!

Başta İstanbul sonra Türkiye’li şunu sormalı; “neden bu yıl başka hiç bir organizasyon yapılmadı?” ya da bu yazıyla etkinliğin katılımcılarına pesimist bir tablo sunduysam şunu da eklemeliyim. Biliyorum ki birçok etkinliğin olduğu yıllarda zaten kimse Rock’n Coke’a gitmiyordu. Bu yılki Rock’n Coke çaresizliğimizin de resmidir. Yine de gelecek hafta İzmir – Rock-A‘dan bildirmek üzere… Muhabbetle…

Gece fotoğrafları için Deniz Ay’a teşekkürler.. ;)

Festivall, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Röportaj: Başak Acar ve “Televizyonunu öldür”


Ankaralı sanatçı Başak Acar’la bir röportaj gerçekleştirdik. Türkiye’de medya üzerinde giderek büyüyen iktidar savaşlarına uzun süreden beri hiç yabancı değiliz. Bu süreçte sanatsal üretimlerini özellikle televizyon karşıtlığı üzerinde yoğunlaştırmış Başak Acar ve çalışmalarını Yeşil Gazete olarak hem daha yakından tanımak ve hem de okurlarımıza tanıtmanın anlamlı olacağını düşündük.

Yeşil Gazete okurlarına biraz kendini tanıtır mısın?

Ben Başak Acar. Ankara doğumluyum. İkinci üniversitemi okumaktayım. İlki Mersin üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi heykel bölümüydü. Şimdi Gazi güzel sanatlar fakültesinde, resim okuyorum. Resim ve heykel dışında fotoğraf ve video çalışmaları da yapıyorum.

“Televizyonunu öldür” üzerine odaklandığın görülüyor…

Tabiî ki her sanatçı gibi benimde seçtiğim bazı konular var ve her konuya ilgi duymuyorum. Bunların en başında kill your tv’yi sayabiliriz. Ben tüm tv’ler ölmeli gibi bir düşünceyle işe başladığımda, bunu yurtdışında yapanlar olduğunu bilmiyordum. O nedenle başladığım harekete bir isim vermemiştim. Sonra böyle bir şey olduğunu ve “kill your tv” adında olduğunu öğrendim, henüz Türkiye’de yoktu. İlk yapan benim. Biz buna “televizyonunu öldür” diyebiliriz.Yaşamın olmadığı, renklerin çekilerek hakim bir tek renkliliğe dönüştürüldüğü yerde, çeşitlilik sözlüklerde kalmış, gündelik hayatta bir karşılığı olmayan bir sözcüğe, geri dönüşü olanaksız nostaljik bir tanıma dönüşür. Hayatın özerkliğinin ve çeşitliliğin devamı açısından tüm tv’ler kırılmalı, tüm vericiler yıkılmalı, tüm stüdyolar da yakılmalıdır.

Bu bağlamda, bireysel olarak tercihim, verilen estetik değerlerin reddi, kavramsal olarak sembolik bile olsa bu dayatma estetizasyonunun parçalanmasına atfettiğim önemden dolayı resim- fotoğraf ve video alanlarında tv’nin parçalanması konusunu işlemektir.

Peki okurlarımızın daha yakından tanıması için politik motivasyonundan bahseder misin? Aktif olarak çalıştığın, önem verdiğin örgütlenmeler ve konular nelerdir?

Bunları yaparken bulunduğum bir taraf elbette var. Örgütlü olmasam da kimseyle, fikirsel birlik içinde olduğum aynı düşünden insanlar var. Kendimi tanımlamak için anarşist sözcüğünü kullanabilirim. Uygarlık karşıtı bir tavrım da var. Savaş karşıtlarını, feministleri, eşcinselleri, hayvan özgürlükçülerini yine bu tarafta sayabiliriz. Kısaca tüm sınıf, tür,cins,ırk ayrımcılığına karşı olanlarla. Devlet ve dayatmalarının olmadığı bir dünyada mutlu yaşayacağımızı düşünüyorum. Haberleri ben arkadaşlarımdan alıyorum. Birkaç tane de izlediğim site ve düzen medyası olmayan gazete, fanzin türü yayınlardan elde ediyorum. Bu anlamda Yeşil Gazete de önemli bir haber kaynağımdır.

Çalışmalarının şiddet içerdiğini düşünüyor musun?

Bana sıklıkla gelen eleştirilerden birisi. Sen şiddet uyguluyorsun ve bununla nasıl barışı isteyebiliyorsun. Benim burada tv’ye uyguladığım ve uygulamanızı salık verdiğim şiddet (çünkü izlemeyin değil, öldürün diyorum) sağaltıcı bir şiddet biçimidir. Sizi ketleyen bir engeli yok ettiğinizde otantik kişiliğinizin çıkacağını düşünüyorum. Ayrıca bunun nesneye yönlendirilmiş şiddet olduğunu da unutmamak gerekir. Tv nin içindekileri öldürmedim ben, tv’yi öldürdüm. Haa ancak amacım kafanızdaki tv’leri ve size yüklediği doneleri de öldürmekti. O medyatik kişilerin kafanızda da ölmesi, kişilere yönelik evet sanal da olsa bir şiddettir. Devrim için yapılacak şiddetle, bulunduğumuz noktadan daha sığ bir yere gitmek için uygulanan şiddet arasında fark vardır. Reklamlar bu mesajlarla dolu, bizi akılsızca orada öylece oturan, uyuşmuş bir halde neyi tüketeceğini şaşıran kişiler yapmak istiyorlar. İşte asıl şiddet budur. Çünkü tüketim arzusu bizi terörize eder.  Benim yaptığım devrimci bir hareket olmayabilir şu an için. Eğer bir gün herkes tv’lerini kırarsa, o gün devrim olabilir. Çünkü devrim televizyondan yayınlanmayacak. Kırmak: Tavlada karşı oyuncunun pulunu oyun dışında bırakmak. Onu oyun dışı bırakalım. Sen izlemezsen gösteri olmaz, izleme gösteriyi!

Peki hiç tv izlemiyorsun ama çalışmalarında, bir şekilde medyayı takip ettiğin görülüyor. Örneğin Beat Kuşağı Antolojisi veya vicdani red konusunda Volkan Sevinç’in tablosunu yapıyorsun. Nasıl haber alıyorsun, gündemi nasıl takip ediyorsun? Bir tv karşıtının bu konudaki çözümü nasıldır?

Medya tabiî ki sadece tv değildir. Gazeteler, reklam panoları, cep telefonları, süpermarketler hep onun uzantılarıdır. İnterneti de bunun içinde sayabiliriz. Ancak internet televizyon kadar düşük güvenirlikli değildir. Kendi hayatımda cep telefonu ve tv kullanmıyorum ama ben de internet kullanıyorum. Onda kişilere özel bloglar sayfalar bulabilir. Hatta tv de asla gösterilmeyecek haberlere ulaşabiliriz. Yinede onun da olmamasını isterdim. Bazıları internetin tv’nin yerini aldığını söylüyorlar oysa tv izleme oranı ve obezite her geçen yıl artış gösteriyor. Ve hiçbir medya aracı tv kadar anti-interaktif değildir. O sizi atıl bir konumda hep izleyen tutar. İnternette siz de oyuna katılabilir ve bazen bozabilirsiniz de, belli oranda oyunu. Kimse televizyonu üreten fabrikalar olmasa evinde oturup tv üretmeye kalkmaz. O tamamen insanları manüple etmek için yaratılmıştır. Bu anlamda tv’yi medyadan ayrı zararsız bir icat olarak görmüyorum. İnternetle işte bu noktada ayrılıyorlar. Tv ye bir soru sorarsınız ve size yanıt vermez. İnternet size, eh hadi yine cevap verebilir.

Beat kuşağı antololijisiyle ilgili olayları bilmek için medyaya gerek yok. 6.45 okuru olmak yeterli. Volkan Sevinç ise eski bir arkadaşımdır. Ahali gazetesini internetten ya da basılı okumakta yine onlarla ilgili bilgi almaya yetiyor.

Çalışmalarımı erotik ya da pornografik bulanlar var. Bense sadece bunlardan öğeler kullanıyorum. Asıl fetiş ve porno yaratan, eril tv akıldır. Onun elinden bu özelliği alıp, kendime geçirip, kendimi seyredilen ve bir yandan da kendimi, oyunu bozan oyuncu, aktif  konuma getiriyorum. Onu, onun silahıyla vurmak gibi. Onu kırarken bir sadistik haz da aldığımı saklayacak değilim. Öldürdükten sonra üzerine koyduğum ayağım, eril tv aklın üzerine koyduğum ayağımdır. Neden tv erildir, oysaki hep kadını meta yapar derler. Doğrudur kadın metadır ama onu kullanan kadın değil eril zihniyettir. Tv erildir.

Tv karşıtı tavrın ne zaman başladı? Örneğin seni etkileyen ilk olay nedir?

Ben 77 doğumlu birisi olarak siyah beyaz ekranlı bir dünyaya doğdum. Çocukken tv’nin ne yalancı bi şey olduğunu bilinç düzeyinde anlayamasam da, hücresel olarak hissediyor olacağım ki, ilk televizyonumu  5 yaşımda yaktım. Annem ve babam çalışıyorlardı. Ben eğer anaokuluna gitmiyorsam evde olur onların gelişini beklerdim. Bu çok sıkıcı bir durumdu benim için. 9. kattaki evimizde, her yer beton ve aradığınız sevgiyi, ilgiyi göremiyorsanız, içten içe oyunlarınız zarar vermeye başlıyor etrafa. Televizyonun açma düğmesine basıp sonra hemen kapıyordum ki o arada çıkan ışıkları görmek öyle zevkli oluyordu. Tabi bunu çok yaparsanız yanıyor alet. Daha sonraları bunun pek de zararlı değil, yararlı bir davranış olduğunu keşfedecektim. İlerleyen zamanlarda izlediğim Körfez Savaşı görüntüleri, uzaylı otopsisi, evlilik programları, çocuk bezi reklamları bana bunu kanıtladı. Ona bilinçli tepkilerim şöyle başladı; “hıı hıı tabi tabi” diyerek izlemek, sesini kısıp gece lambası yapmak, yada görüntüsünü izlemesem de açık bırakmak, izlemeyi tamamen kesmek, 2009’da bahçeye indirip parçalamak, Kurtuluş köprüsünden atmak, başka bir arkadaşıma patlattırıp videosunu çekmek, öldürmek isteyenleri teşvik etmek. Bu konuda her tür bilgiyi yaymak. Resimler, fotoğraflar, videolar çalışmak.

Televizyona geçersek; bize biraz kendi baktığın çerçeveden televizyonu anlatır mısın?

Gölge oyunu

Televizyon elektromanyetik dalga halinde yayınlanan görüntü ve seslerin ekranlı ve hoparlörlü elektronik alıcılar sayesinde görüntü ve sese çevrilmesini sağlayan bir haber iletme yani propaganda aracıdır. Tv ve medya ayrı değildir birbirinden. O nedenle ben medya karşıtıyım demekle tv karşıtıyım arasında bir fark yoktur. Kimse tv yi medya olmazsa izlemez. Bir ekran alır ona dvd player veya bilgisayar bağlar, istediğini izler. Kitleleri manüple , hipnotize etmek için geliştirilmiş en düşük güvenilirlikli makinadır. Çok acı bir savaş görüntüsünün ardından, çocukların öldürüldüğünü izlettikten sonra (biz kahvaltı ederken) hemen ünlü pop starlarımızın özel hayatına geçiş yapabilir. Bu hızlı akış sayesinde bizde ne izlersek izleyelim yabancılaşırız ve kanıksarız her olayı. Çocukken ailece oturup uzaylı otopsisi izlediğimizi hatırlıyorum, hiç şaşırmamamız aslında bir rastlantı değildi. Neil Armstrong’un aya inişini de aynı normallikle izledik.Bugün, eğer söylendiği gibi ay yüzeyinde bir atmosfer yoksa rüzgarda olmaması gerekir, eğer öyleyse resimlerde gördüğümüz Amerikan bayrağı nasıl oluyor da sürekli dalgalanıyor gibi sorular var karşımızda. İkiz kulelere yapılan saldırıyı Amerika’nın kendisinin tasarladığı söylentisini duymayan kaldı mı? İşte 1984’ün günümüz versiyonu. “Bu dünyada hilekarlar bile aldanır” Guy Debord.

Sürekli izleyen olmak ve ne verilirse ona razı olmak, bu kadar atıl kalmak pasifleştirmişti bizi. Artık ne verirlerse almak zorundaydık. Yani nesne özneyi kırılmaya uğratmıştı. Kendi doğru formlarını sinsice sunmaya başladı. Öyleki imge dünyasının gerçekliği silme tehlikesiyle karşı karşıyaydık. Gerçek gökyüzündeki kuşlardı biz onları belgesellerden izledik. Savaş dibimizdeydi, biz Afrikalı çocuklara acıdık. Cinsellik en yakınımızdaki kişideydi, biz film yıldızlarında aradık. Biz hep güzeldik, büyük sermayelerse bize nasıl sözde güzel olunacağını anlattı, ne yememiz gerektiğini nasıl davranmamız, ne tip bir eş bulmamız, nasıl giyineceğimizi …ekranları ve perdeleri çoğalan yanılsamalar dünyasında kaybolduk. Bu sanal dünya matrix gibi hiper gerçek oldu. Ancak bu noktada yaratıcılık yoktur, çünkü baskı devam etmektedir. Gerçek artık gerçeküstü olmuştur. Bu durumda kırılması gereken televizyonun ta kendisidir. Baudrillard’ın da dediği gibi “eksiltmek gücü getirir, güç yokluktan doğar.”

25. kareler, sübliminal mesajlarla görsel, işitsel ileti gönderebilmenin tüm olanaklarıyla gündelik hayatlarımıza saldıran tüketim çıldırtıcısı,terörist, bölücü, sınıf, cins, tür ayrımcısı bu aygıt, popüler tabirle aptal kutusu dense dahi, izleyicileri yöneten sınıfların elindeki kumandadır. İzleyenlerse istenilen görüntülerin aksettirildiği ekranlara dönüştürülmektedir. Yoksa siz kumandanın sizde olduğunu mu sanıyorsunuz?

Subliminal mesaj?

Kalbinin sesini dinle

Subliminal telkin yöntemi bilinçüstünü devredışı bırakarak direk bilinçaltına mesaj gönderme yöntemidir. Subliminal telkin yöntemleriyle inanılmaz şeyler yapılabilmektedir. Bu teknikte, kaydedilen ses, insan kulağının duyamayacağı bir frekansa çıkarılmıştır. Siz duyamasanız da bilinçaltı ortamdaki sesi algılar. Kulaklık gerekmemektedir. Bu tekniği Amerikan Savunma Bakanlığı’nın Körfez Savaşı sırasında Irak askerlerine karşı kullandığı bilinmektedir. Gücü öylesine yüksektir ki duyma özürlülerin de bu teknikle mesajları algıladığı bilimsel çalışmalarda kanıtlanmıştır. Iraklılara “ direnmenizin faydası yok” mesajı gönderilmişti.

Bizim şu kanalı ya da bu kanalı, şu markayı ya da bu markayı almak, aslında farkı olmayan c partisi ya da p partisi dışında bir seçim hakkımız kalmadığında, 1 saniyelik izlediğimiz bir reklam bile bize davranış biçimi olarak yansıdığında, aşk dediğimizde artık elimizi cüzdanımıza attığımızda, çok uluslu şirketlerin kazanması için sabah akşam bir işe girip çalıştığımızda, fast food zincirleri alıp başını gittiğinde (ki sağlık uzmanları ıssız bi adada kalsanız bile fast food yemeyin diyor), GDO’dan başka artık yiyecek hiçbir şey kalmadığında ve sen bunu izlediğinde artık ölüsün, yaşamıyorsun! … John Zerzan’ında dediği gibi;” Makine hissetmez, asla acıkmaz. Asla susamaz ve asla uykusu gelmez, Asla korkmaz, mutlu olmaz yada üzülmez. Tanıma göre makine ölüdür ve makineler üzerine kurulu bir toplum da zombi toplumdur.” … Ve sonra şunlar terörist, bunlar bölücü derler. Ben bundan öte bir terörizm göremiyorum.

Boş vakit istiyorum, gün içinde ne istersem onunla ilgilenmek, sade ve dolu bir hayat, ne alsam ne tüketsem diye düşünmeden yaşamak, güzel olduğumu düşünerek, peynir almakla silah almak arasında bir farkın olduğu bir hayat istiyorum. Bence herkes bunun özlemini çekiyor. Ama öylece oturup kokuşmuş bir halde tv izliyor, cep telefonuyla hava atıyor, hangi marka ayakkabısı olduğunu kendine güvenmekten daha çok önemsiyor. Çünkü tüm tv izleyenlerin içinde küçük küçücük, kendini sevme yeteneğinden yoksun, kuruntular, kıskançlıklar, sinir dolu, düşünceleri salt cinsellik etrafında dönen, buna rağmen doğru dürüst sevişmesini beceremeyen insancıklar yarattılar. Biz bu halle ancak untermensch oluruz. Dinlediğimiz haberlere değil, kendimize inanmalıyız. Kilo verme programları izlerler ama kıçlarını kaldırıp bir bahçeye inip oturmak istemezler. En son ne için delice tutkuyla çalıştınız! Yaşamdan mutluluk istiyorsanız güvende olmayı aramaktansa onun içinizde olduğunu duyumsamalısınız artık. Bize sürekli sex empoze ediyorlar ama cinselliğimizi özgürce yaşamamıza engel oluyorlar. İşte bu yüzden adım atacak halimiz yok, boğuluyoruz, içimizdeki yumruk her geçen gün büyüyor. Çünkü biz pis düşüncelerle dolmuş sefil yaratıklarız, suçlu ve pisiz, bize söylenen bu. Hayır değiliz. Biz koca bir enerji mıknatısının üzerinde duran ve enerji bulmak için sağa sola bakınan, et yersem bolca enerjik olurum sanan, daha çok enerji üretimi için nehirleri kurutan varlıklarız. Bu gerçekten çok komik. İşte tüm bunları anlayabilmek için ve bu kanlı oyundan  uzaklaşabilmek adına haydi sende bir yerinden başla ve öldür televizyonunu!

Bana hep aynı şeyi anlatıyorsun diyorlar. Onlara şu karşılığı veriyorum, aynı şeyi dinlemekten sıkılsaydınız, bunu bana değil düzenin medyasına söylerdiniz. İnsanlar medyayı takip ettiği sürece, ben de onu eleştirmeye devam edeceğim. Bulunduğum yerden şu anda bunu en iyi sanat çalışmalarımla yapıyorum. Bunu yapmayı ne kadar ilerletebilirsem, o kadar götüreceğim.

Başak Acar ve çalışmalarını blogundan takip edebilirsiniz.

Röportaj: Ramazan Kaya \ Yeşil Gazete – Sanat

Bu Röportaj 28.11.2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Röportaj, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Röportaj: Pelin Başaran’a PARC’ı sorduk.


Pelin Başaran: “Sanatta imkansızlığın yaratıcılığı pekiştirdiğine inanmıyorum.”

********

Kısa bir süre önce PARCPerforming Arts Research and Creation” kuruldu. Türkçe’de Performans Sanatları Araştırma ve Üretim Derneği ismiyle faaliyet gösterecek kurumu yakından tanımak için derneğin kurucusu Pelin Başaran’la Yeşil Gazete olarak bir röportaj yaptık.  Pelin Başaran özellikle performans sanatlarında sahne arkası çalışmalarıyla tanınıyor.

Öncelikle okurlarımıza biraz kendinizi tanıtır mısınız?

ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi’nde lisans eğitimimi tamamladıktan sonra Boğaziçi Enstitüsü ATA’da yükseklisans yaptım ve tezimi “Kültürün Özelleştirilmesi: 1980 sonrası kültür merkezlerinin gelişimi” üzerine yazdım. Tezimde Türkiye’de 1980 sonrası burjuvazinin kültür ve sanata yatırım yapmasının nedenlerini araştırdım, daha çok “cultural turn” denilen mesele ile ilgilendim. Tabii ki, bu Türkiye’ye özgü bir durum olmadığından tezin çerçevesini geniş tuttum. Bu sırada Tarih Vakfı Tarihi Darphane Binaları’nın yöneticiliğini yapıyordum. Tezi verdikten sonra, garajistanbul’da çalışmaya başladım ve kurucu ekibinde yer aldım. garaj’da uluslararası projeler yönetciliği yaptım. Benim için çok önemli bir deneyimdi. Uluslararası camia ile tanışmam ve uluslararası prodüksiyonun nasıl yapılacağını öğrenmem garaj sayesinde oldu. garaj’da yaklaşık 4 yıl çalıştıktan sonra kendi başıma devam etmeye karar verdim ve PARC’ı kurdum. Bu arada, Anadolu Kültür’ün projelerinde kültür politikaları alanında araştırmacı olarak çalıştım, Alternatif Kültür Politikaları raporu yazım sürecinde rol aldım. Halen Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat Yönetimi Bölümü’nde ders veriyorum ve ÇGSG  (Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi Derneği)’nin yönetim kurulu üyesiyim.

Bildiğimiz kadarıyla PARC yeni kurulmuş olsa da, fikir ve proje hazırlıkları bir kaç yıl öncesine dayanıyor. Bu süreç hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?

Sen de çok iyi bilirsin ki, Türkiye’de performans sanatlarına sistematik bir şekilde destek verilmiyor. Ne devlet ne de özel sermayenin böyle bir hedefi var. Bu durumda, garaj gibi mekanların yaşaması zorlaşıyor. IKSV ve İDANS gibi festivallerde de kaynak bulma sorunu yaşanıyor, öncelikleri gruplara prodüksiyon yapmaları için kaynak aktarmak olmuyor. Bu durumda, destek alabilecekleri yerel herhangi bir mecra kalmayan yerel performans gruplarından bazıları kendi imkanlarıyla varlıklarını sürdürüyor, bazıları ise uluslararası alanda iş yaparak kaynak yaratıyor. Uluslararası alanda iş yapmanın, kaynak yaratmaktan daha fazla getirisi olduğu aşikar. Bazı gruplar için öncelikli hedef diyebiliriz. Sorun, bu sanatçıların uluslararası estetiğin dışında iş yapmaları zorlaştığında ve uluslararası alanın kodlarına uygun iş yapmayan, fakat yine de kaliteli işler üreten sanatçılar söz konusu olduğunda başlıyor. PARC’ın amacı varolan kaynakları (sadece finasman kaynaklar değil; mekan, kişi vs) biraraya getirerek ve yenilerini yaratmaya çalışarak bu boşluğu doldurmaya çalışmak. Bu kolay değil. Fakat sadece buna odaklanıldığı takdirde, olumlu sonuçlar alabileceğimizi düşünüyorum.

İsminiz performans sanatlarında işin mutfağında anılıyor. Türkiye’de performans sanatlarının gelişim sürecini siz nasıl gözlemliyorsunuz? Sizce performans sanatçılarının önündeki engeller nelerdir?

Bilgi Üniversitesi’nin çalışmasını yürüttüğü ve önümüzdeki aylarda yayınlanacak Alternatif Kültür Politikaları raporunda belirtildiği üzere; en önemli sorun, sanatçının meşruiyet sorunudur. Bu birçok meseleyi etkiliyor. Bağımsız üretim yapan sanatçının varlığı resmen tanınmadığı için birçoğu yaşamını sigortasız ve iş güvencesinden yoksun sürdürüyor, sosyal haklardan faydalanamıyor. Bir sonraki mesele sanatın finansmanı sorunu. Devletin daha çok klasik ve geleneksel sanat formlarına destek verdiği, özel sektörün de performans sanatlarıyla birçok sebeple pek ilgilenmediğini düşünürsek, bağımsız sanatçının üretmesi ancak kendi imkanlarıyla mümkün olabiliyor. Diğer bir mesele ise sanatta ifade özgürlüğü. Sanatçıların yaptıkları işlere yapılan doğrudan sansürün yanında, hatta belki de daha çok sanatçının otosansüründen bahsedebiliriz. Bu yaratıcılığı etkileyen, üzerine pek de konuşulmayan bir mesele. Bunların yanında, üretimin büyük şehirlerde yoğunlaşmış olması, sanat eğitiminin içeriği, sanatçıların örgütlenme sorunu ve eleştirinin kurumsal olarak yerleşik olmamasını da sayabiliriz.

Bütçeleri neredeyse yarı yarıya kesilen Hollandalı sanat kurumları şu anda bu durumla başedebilmek için bizim deneyimlerimizden faydalanmaya çalışıyor. Biliyorsun ki, imkansızlığın yaratıcılığı pekiştirdiği iddia edilir. Ben buna katılmıyorum. Evet, sanatçıyı üretim sürecinde daha esnek ve pratik yapabilir, fakat uzun dönemde yaratıcılığı olumsuz etkileyecektir.

Bizde imkansızlıklarla yapılan üretimlerin Hollandalı sanat kurumlarını hayrete düşürdüğü anlaşılıyor. Bu konuyu biraz açabilir misin?

garajistanbul projesi başladığında Avrupalı ortaklar böyle bir projenin yapısal bir destek almadan hayata geçebileceğine inanmamışlardı. garaj şu anda çok zor ayakta duruyor, yine de dört yıl içinde binbir zorlukla birçok prodüksiyon gerçekleştirdi. Bunların kalitesi her zaman sorgulanabilir, fakat aklımızdaki bir fikri kıt kaynaklarla fikre en yakın bir şekilde gerçekleştirme becerisi edinmişiz. Bu beceriye sahip olmak güzel ama uzun dönemde çok yorucu ve bıktırıcı. Beraber çalıştığım Hollandalı bir meslektaşım, bizimle iş yaparken, kendi memleketinde karşılaşmadığı bir sürü sorunla karşılaştıklarını ama sonunda herşeyin istenildiği gibi sonuçlandığını söylemişti. Türkiye’de daha fazla risk alıyorsun. Şu da bir gerçek ki, sanatçı ve yapımcı olarak hayatının bazı dönemlerinde bu riskleri göze almak istemeyebilirsin.

Peki PARC nedir, kısa ve uzun vadede ne amaçlıyor, nasıl bir kurumdur?

“PARC performans sanatçılarının yapıp ettiklerini merak eder, takip eder, konuşur, tartışır, araştırır, eleştirir, destek olur. Yürüdükleri yolu anlamaya çalışır, kimi zaman o yolda onlara eşlik eder, kimi zaman da beraber düşünür, tasarlar, uygular. Süreç odaklıdır; varacağı yerden çok, geçtiği yola bakar. Birlikte düşüneceği başka başka insanları biraraya getirir, ağ oluşturur, yeni sorular sorar, cevaplar arar. Eldekileri birleştirir, yeni kaynaklar geliştirir, alternatif üretim yolları bulur. Yürüdüğü yola şüpheyle yaklaşır, üretim yaptığı alanı da sorgular, taşı kaldırır altına bakar.”

PARC’ın amacı Türkiye’de performans sanatları alanında sanatsal gelişimi araştırma, üretim ve danışmanlık yoluyla desteklemek. Bu amacına ulaşmak için laboratuar, eğitim, atölye programları oluşturur, sanatçıların üretim sürecini görünür kılan ve sürecin tartışıldığı ağlar oluşturur, sanatçıların yaratım sürecini destekler ve ortak üretimi için yerel ve uluslararası işbirlikleri gerçekleştirir, sanatçılara ve kültür kurumlarına proje, ortaklık geliştirme ve danışmanlık desteği verir. Aynı zamanda, sanatsal üretimin gerçekleştiği alanın dinamiklerine eleştirel yaklaşır ve sanatın iktidarla olan ilişkisini sorgular.

Daha açıklayıcı olabilmesi için PARC’ta yapılmış veya devam eden projeler hakkında biraz bilgilendirir misin?

İlk adım olarak, sanatta ifade özgürlüğü ile ilgili “Siyah Bant” adıyla yeni bir proje başlattı.

Siyah Bant projesi, Türkiye genelinde ve özelde beş kentte farklı aktörler tarafından farklı modalitelerle sanata uygulanan sansürün izlendiği, raporlandığı ve tartışıldığı bir araştırma ve web sitesi projesidir. Sitede vakalarla birlikte, sansürle ilgili yasalar, mevzuat ve bildiriler, akademik kaynaklar ve yurtdışından sansür örnekleri yer alacak. Site www.siyahbant.org adıyla erişime açılacak. Proje Hollanda Konsolosluğu tarafından destekleniyor.

Ayrıca Çetin Sarıkartal’ın yönettiği “Ara” adlı bir oyunun, Aydın Teker’in Japon bir sanatçıyla yaptığı ortak işin ve Hollandalı ve Türkiyeli genç sanatçıların beraber üretecekleri birçok işten oluşan projenin yapımını Perform 2012 koalisyonu olarak, PARC ortaklığında gerçekleştiriyoruz.

Halihazırda destekçileriniz varsa kimlerdir ve destek verecek olanlara nasıl bir çağrıda bulunuyorsunuz?

Şu anda proje bazlı destekçiler mevcut. Fakat ben daha geniş tabanlı bir destek mekanizması oluşturmaya çalışıyorum. Özel sektörü ikna etmek için harcanacak emek yerine, başka yöntemler geliştirmeye çalışıyorum. Bakalım, sonuç nasıl olacak.

Yeni mezun sanatçılar veya bir projesi olanlar PARC’a nasıl dahil olabilir, nasıl başvurabilir, ne yapmaları gerekli?

Şimdilik PARC’ı çalışmalarından haberdar etmeleri yeterli. PARC’ın da biraz zamana ihtiyacı var. Bu zamanı alırken bir yandan da sanatçılarla tanışabilir, konuşabiliriz.

www.parc-int.org

parc@parc-int.org

Röportaj: Ramazan Kaya / Yeşil Gazete – Sanat

Bu röportaj 24 Haziran 2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Röportaj, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Pakawala Festival

This gallery contains 33 photos.


Bu haber 6.7.2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır. Muğla-Denizli arasındaki Topuklu Yaylası’nda 1900 m. rakımda gerçekleşen Pakawala Festival sona erdi. 29 Haziran – 4 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşen festival katılımcılara unutulmaz anlar yaşattı. Shanti Tribe’ın organize ettiği ve yaklaşık 800 kişinin … Okumaya devam et

More Galleries | , , , , , , , , , ile etiketlendi | 1 Yorum

Festival habercisi 2011 – Pakawala başlıyoor…


2011 yazına baharı yaşayamadan girdik. Radyasyon ve küresel ısınma uyarılarını hatırlatan enteresan hava durumları bir tarafa, kış aylarından itibaren müzik festivalleri, sevenleri tarafından alkol düzenlemesi ile birlikte anıldı. Yetişkin olmasına rağmen akılca çocuklaştırılan 18-24 yaşlarındaki katılımcıları ve bu yolla organizatörleri de kara kara düşündüren yasalar, Danıştay’dan kabul görmeyince, şimdilik rahat bir nefes alındığı söylenebilir. Yine de rock müzikte, gelenekselleşen ve özellikle yerli müzisyenlerin sahne aldığı, bira markası ana sponsorluğunda gerçekleştiği için yasağın tam muhatabı olan, yaklaşık bir hafta süren ve katılımcılarını pozitif anlamda “perperişan” eden, Türkiye’nin en kalabalık etkinliği olan Rock Tatili Foça 2011 yılında etkinlik yapmayacağını duyurdu. Rock Tatili Foça’nın 5. Yılındaki efsanevi özellikleri bir tarafa, geçen yıl ticari kaygılar biraz daha su yüzüne çıkmıştı. Önceki yılın headline grupları gitmiş ve neredeyse bir altta kalan isim ve gruplar headline olmasına karşın fiyat iki katına çıkmıştı. Foça, İngiliz Burnu’nun çorak taşlı toprağı, kestaneli denizi ve rüzgarlı havasıyla yeni tarife uyumsuz kalmaya başlamıştı.  Organizasyonun bu yıl ne tür değişiklikler yapacağı düşünülürken, Danıştay’dan mayıs ayında dönen mahkeme kararı, organizasyonun gerçekleşmesi için gerekli hazırlıklara yetişememiş görünüyor. Efes Pilsen One Love konserleri ise küçük zigzaglarla bu durumdan sıyrılmayı bildi.

Ne zaman Rock’n Coke piyasaya girecek olsa bu tarz engellemelerle karşılaşılması ne kadar tesadüftür? Rock’n Coke, 2003 yılında ilk kez düzenlendiği zaman, o günlere kadar tekrarlanan ve 4. sü yapılmak istenen H2000 Festivali, yerel yönetim, jandarma ve kaymakamlıkla yaşanan gerilimler sebebiyle, katılımcılar için çileye dönüşmüş, katılımcılar organizasyonu suçlamış ve H2000 festivali tarih olmuştu. Aynı yıl Rock’n Coke Festivali “Türkiye’nin önemli bir sosyal sorununa çözüm bulacak” iddiasıyla başlıyordu.

Bu yıl ise alkol yasası ile engellenen geniş katılımlı ticari müzik festival kriterlerine bir tek şekerli kola ayak uydurabilmekteydi. Buradan vurgulamak istediğim ise esasen mafyavari bir sorundan çok Rock’n Coke’u belirleyen zihinsel arka plan olarak anlaşılmalıdır. Gittikçe daha çok bir atari panayırına benzeyen iki günlük Rock’n Coke Festivaline katılıp müzik festivali deneyimi yaşandığı düşünülüyorsa çok yazık. Çünkü örneğin; Pakawala başlıyoor.

Pakawala Open-air Music, Culture and Art Festival

Geçen yılın festival sezonunu açan Shanti Tribe bu yıl Full-Om ile el ele vererek Türkiye’de çok önemli bir festival kültürüne kapı aralıyor. 2010 yılı Haziran’ında Fethiye Sandras Dağları’nda 1700 m.’de gerçekleşen ve o zamanki yazımda uzun uzun anlattığım üç gün süren, ama erken giden ve sonrasına kalanlarla beş güne çıkan etkinlik, bu yıl bir çok yenilikle büyüyerek geliyor. Festival, bu yıl öncelikle Sandras’ın krater gölü kıyısına sığamayacağı için Muğla’da Topuklu Yaylasının geniş düzlüklerine iki sahneyle yerleşecek. Böylece psycadelic dark müzikle birlikte chill-out sahnesi de sağlayacak. Üstelik buluşma bu kez yalnızca müzik ile değil, psycadelic görsel gösteriler, psycadelic performanslar, sinemalar, uluslararası yemekler, workshoplar ve sergilerle bir kültür-sanat festivaline dönüşüyor. Doğayla dost festival alanında bir “bit pazarı” ve “şifa alanı” da bulunacak. 29 Haziran – 4 Temmuz tarihleri arasında “6 gün” sürecek buluşma, katılanlar için belleklerden silinmeyecek bir deneyime dönüşecek gibi görünüyor.

Goa müzik severlerin buluşmasını gerçekleştirecek etkinlik, hazırlıklarına bu yıl oldukça erken başladı. Hindistan’ın Goa sahillerinde yani bu müziğin tam kalbinde, henüz Mart ayında broşürleriyle karşılaştığım, “Turkey”de gerçekleşecek festivale yurt dışından katılımın da yüksek olması bekleniyor. Bununla birlikte eşine dünyanın birçok ülkesinde rastlanabilecek psy-fest’lere nazaran Türkiye’nin köprü konumu bu etkinlikte dikkat çekiyor. Bir çok Avrupa ülkesi ve Türkiye’nin yanısıra, Hindistan’dan, Japonya’dan, İran’dan, Fas’tan, İsrail’den gelen müzisyenler festivali kozmopolit bir buluşmaya dönüştürecektir.

Türkiye’de 2006 yılında gerçekleşen bir yurtdışı organizasyonu olan Soulclipse’den bu yana hızla gelişen psy-festlerin en iddialı örneği olan Pakawala ve benzerlerine, tıpkı o festivalde olduğu gibi Kültür ve Turizm Bakanlığının da destek vereceği yani festivallere devletin köstek değil de destek olacağı günleri beklemek, Türkiye için umarım çok uzak bir hayal değildir.

Pakawala Festival hakkındaki daha fazla bilgiye facebook linki ve www.shantitribe.com adresinden ulaşabilirsiniz. Festivalin tanıtım videosunu ise şuradan izleyebilirsiniz. Gelirseniz görüşmek üzere…

….Gelemezseniz festival hakkındaki tüm ayrıntılara gün be gün Yeşil Gazete – Festival Habercisi ile ulaşabileceksiniz.

Bu yıl Festival Habercisi Pakawala Festival ve 5-7 Ağustos tarihlerinde İzmir Pamucak’ta gerçekleşecek Rock-A 2011‘i Yeşil Gazete’ye taşıyacak. Rock’n Coke’u ise medyada görünmeyen yüzüyle ve naçizane yorumlarımla göreceksiniz.

Festival Habercisi 2010 yılı yazılarına ulaşmak için tıklayınız…

Bu yazı 18 Haziran 2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Festivall, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Doors 2.15® @ my joint


Poiesis tanquam doctrinum somnium: Şiir felsefesi bir doktrinin düşü gibidir.

Varoluşun nedenleri konusunda henüz doğal hale çok yakın bir halkın efsanevi fantezileri bile, daha sonraları sistematik biçimde olgunlaşacak ve kategoriler halinde gelişecek fikri tohum halinde içerir.

–Francis Bacon

*****

Üniversite yaşamı denen bohemian yıllarda, yine bir gün tavanda bulutları seyrederken, Bill Gates’in uzun soluklu planını kavrayıverdim. Hemen ardından yüzümde beliren hain, sinsi gülümsememle kendisine  attığım e-maillere, ettiğim telefonlara, belki görür diye sıklıkla chat odalarında, bloglarda kendisine küfür bile etmeme rağmen bir yanıt alamayınca, artık ona şantaj yapmaktan vazgeçip, bildiklerimi Yeşil Gazete aracılığıyla sizlerle paylaşmaya karar verdim.

İlk on yaşımın meyal yılları, teknoloji tarihimizin Commodore veya Amiga kafalarına denk düşer. O yıllarda bilgisayarın ileride çok işe yarayacağı söylenirken buna hiç inanasım gelmezdi. Klavyeyle yazı yazmaya çalışanları gördükçe kalemle yazmaktan çok daha alengirli bir iş yaptıklarını düşünür, veya bir işlem yapılacaksa; önce onu çözecek olan programı yazma zorunluluğuna, “simple-pratik hesap makinesi varken – ne anlamı kaldı ki?” derdim. Her şemal için spesifik bir tuş atanmış olan klavyeyi aptal icadı olarak görürdüm. Zaten matbaaya da gıcık olurum. Örneğin; William Blake, şiirlerini resimlerle süslüyordu. (bir örnek) Hadi gel de bu adamı matbaaya koy, klavyeyle yaz. Yaptılar gerçi. Adam da unutuldu zaten. Neyse dağılmayalım.   …   Hala hatırlarım da; şu ctrl tuşunu duyan her arkadaşım, bilgisayar denen medeniyyetten üç vakit ölçeğinde soğumuştur. Artık hangisini dersen oradan ilk dönüşünde ise, onu tab, shift ve insert sorunu beklemektedir. En üstte tüm heybetiyle duran F1 F2 F3… foksiyon tuşlarının işlevini sormaktan çekinirdik. Bir de şu her komutun eksiksiz olması gerekliliği yok muydu? Bir virgül, bir nokta… Şimdiki Google gibi “bunu mu demek istiyorsun?” diye soramazdı makine? Aptal bir tarafı vardı. Nedir bu şimdiki hal? Face’e kamp kurmuş ne düşündüğümüzü anlama derdinde. Efenm, eskiden bunlarla da kalmıyordu ki! Bir çıktı alabilmek için yazıcının sorunsuz çalışabilmesi muazzam bir sürpriz olduğu gibi, uzun uğraşılarla tüm sorunların çözüldüğüne kanaat getirmişken “aaa bozuk çıktı” demek an meselesiydi. Bu durum da hiç şaşırtıcı değildi.

Bilgisayarın akının bokundan fazlasına geldiği o zamanlarda, Bill Gates ismindeki gerçek mi, cin mi bilinmeyen adamla acayip bir şey oluverdi. Windows işletim sistemi çıktı ve mouse diye bir şey icat oldu. Şu mouse denen pıtırcık o on yılın icadıdır belki de. Artık pencelerimiz vardı ve pencerelerden pencere beğeniyorduk. Pencereler gittikçe şekillendi. Temalarla şelalelerle süslendi, akıcı efektler, otomatik tanımalar, çeşitli türde bellekler derken, Windows 95’den 98, Xp, Vista ve 7’ye varıverdık. Şindi bir de 2010 olsa gerek ve hatta 2012 çıkmak üzereymiş ama bendeniz henüz onlara yetişmiş değilim. Yine de yetişmek zorundayım. Zorundayız. Çünkü arkamızda virüsler var. Onlar, şu anda işletim sistemi 98 ve 2000 olanları ham yapıyorlar. Zaten 95 işletim sistemine sahip bir bilgisayarın internete bağlı olarak şu an hayatta kalması imkansız. Zamane işletim sistemini çalıştırabilecek bilgisayar ise o yıllardan kalmış olamaz. Demek ki bu tencere kapak hikayesinde her tüketiciye ancak teknoloji kiracısı rolü düşüyor. Zamaneye ayak uyduramayan bilgisayarlar virüsler tarafından yeniliyor, yutuluyor. Aaaa masala benzedi. Ama nedense bize masalda av olma rolü düşmüş. Böyle olacağını bilseydik o masallara da tatlı demezdik. “Masallar mı suçlu?” “Dünyayı bok götürüyor Selim, masallar mı masum olacaktı?” A-ha farkettim. Virüs dediklerimiz de aslında pac-manlermiş..

Dallandırıp budaklandırmadan, döndürüp dolandırmadan, sarıp sarmalayıp pırpır da pırpır, pırpır da pırpır uçurmadan, ladies en centilmıınn…

Bayanlar baylar size “Doors 2.15®”’i sunuyorum. Pencere devrine son, artık kapılar var. Windows out, Doors in!

Artık monitörünüzü seyretmeyi bırakın, buyrun içeri dolaşın. Kapılara dokunun şeffaflaşsın, girmeden içeriyi görün, kavrayın, isterseniz tek dokunmayla, isterseniz çift dokunmayla sonuna kadar açılsın. Kapının eşiği sizin etrafınızdan dolansın.  Artık en uzağınız, bir adım ötenizde -ki o adımı da atmanıza teknik yönden gerek yok. Yazılımcılar o kadar zevk sahibi ki temaları, anektodları gördükçe “ayy ne kadar tatlı”, “aaa bunu da mı yapmışlar!” nidalarınızı şimdiden duyar gibilermişmiş.

Sanal dünyayı seyretmeye artık son! Bundan sonra içeridesiniz.  Doors’un size sunduğu olanakları tadın. Get relax and enjoy…

Sosyal paylaşım sitelerindeki arkadaşlarınız artık ekranınızda değil.   …. -Bak ileride görmüyor musun? Denizde sörf yapıyor, haha. Okyanusta sörf yapma (surfinocean) temasını kullanmış. Sen de 2. Dünya savaşı teması kullanmışsın. Aynaya bakarsan kim olduğunu da görebilirsin. Hanimiş ayna? Ta-ta, işte burda! Tabi aynanın ayarları sana kalmış. İstersen olduğun şeyi gösterebilir. İstersen tam tersini. Contrast ayarlarıyla oynayıp bright edip, Adana’da pide yiyebilirsin. Herşey mümkün! Her ne kadar, senin teman ile onun temasının bağlandığı yerler biraz bozuk olsa da ileri modellerde bu sorunlar aşılacak. Yine de çok çılgın değil mi?

Örneğin ben data havuzumu, tavan arası temasında seçmeyi tercih ediyorum. Böylesi çok nostaljik. Makinenin performans ayarını düşük tutup, arşivimi düzenlerken sıklıkla kendim çalışıyorum ama hoşuma gidiyor. Dosyaları kutulara yerleştiriyorum, üst üste koyuyorum, ittiriyorum, terliyorum. Hem de ne terliyorum. Bir yazılımcı tsunami diye bir terleme efekti çıkarmış. Terim 10 metre.

Yaav, zaten istediğin temayı kendin de yapabiliyorsun. Bir resim çizip ya da hazır bir resmi alıp “Quick 3D” programıyla üç boyutlu hale getirip temanı oluşturabilirsin. Eklentilerle istediğin biçime dönüştürüp, örneğin programına kişi atayabilirsin. Böylece misal, bulutların üstünde Bach dinlerken, arkadaşınız geldiğinde uçak sesi çıkararak kapınızı çalabilir ve aynı zamanda size kaz kafalı görünebilir. Sanal alem zaten tema dolu.. Dünyada yapılmış bütün resimler ve fotoğraflar canlandı! Haberiniz yok mu?

Üstelik inanabiliyor musunuz, aslında bildik tüm bilgisayar programları bu teknolojiye geçmek üzere hazırlanıyormuş –da bize hiç haber vermemişler. Cık cık cık. Mesela Photoshop gerçek bir fotoğrafçı dükkanı biçiminde yapılandırılmış. Biçimlendirmek istediğiniz fotoğrafta size yardımcı arkadaş (dükkan sahibi) belirlemişler ve bu istediğiniz kişi olabiliyor. Tabi dükkanın ayarlarıyla oynamak da size kalmış, ben çoğunlukla random yapıyorum. Her seferinde bir başka dükkan ve dükkancı. İsterseniz Ara Güler gelir, isterseniz bir başkası.  Üstelik Ara Güler’i getirmek, her seferinde ona kredi kazandırdığı gibi, Ara Güler de bonuslarını Tema’ya bağışlarmış. Aman ne güzel.

….

O-u.. İçimden bir ses gerçek-kurgu ayarlarının kısa devre verdiğini ve bu yazının kelime haznesinin de çoktan şiştiğini söylüyor. Oysa daha neler neler vardı. Örneğin Jim Morrison meselesine bile giremedik. Doors-Gates mücadelesi, bu mücadelenin telif yasası hikayesi, magazinel boyutları ve bunların ekonomi-politik uzantılarına da gelemedik. Bu belgelerin niçin saklandığı, alınacak dersler, ekoloji, matrix…  …Başlık da bi acayip olmuş. –Latince mi o? Şşş konuşmuyorsun, yazıyorsun.

Doors 2.15® -Merak etmiyor musun?

Bu bağlamdaki eski yazı; Süperiletken @ my joint

Bu yazı 02 Haziran 2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Meseller, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Tayyip, Kaddafi mübarek


İlk olarak fısıltılarla başladı. AkP iktidarının yarbaylarının ağzından belli belirsiz duymaya başladık. Bir hafta içinde tv’de reklamları çıkmaya başladı. Ardından kapalı bir salonda, görkemli bir giriş yapıldı ve 2023 rakamları bilimkurgu olmaktan çıkıp bir kaç gün içinde normalleşti. Toplam süreç 3 haftayı buldu. 2023 rakamları çılgın projeyle takdis edildi. Medya bu vizyonu alkışlayan entelektüellerle dolu. Chp’nin de bu vizyondan nasiplenme çabaları olduğunu duydum. Artık herkes, tv ve medyada Türkiye’nin uzak geleceğini konuşuyor. Toplumun da farklı olduğunu sanmıyorum. Zaten toplum, tv’de ne varsa onu konuşuyor. Oldu olacak seçim vaatleri kalksın, 20 yıllık yöneticileri tek seçimle belirleyelim!

Antropologlar iyi bilirler. Bir kültürün kulaktan dolma bilgilerle örülmüş dışarıdan görüntüsü ile içinde yaşamak arasında derin farklar vardır. Çoğunlukla dışarıdan alınan bilgiler bazı etiketlemelerin ürünü olabileceği gibi, kültürleri içeriden yaşayarak deneyimlemek de büyük resmi vermeyebilir. Yine de her halukarda kuramsal bilginiz çok önemlidir. Yoksa her iki kavrayış biçimleri arasında kolaylıkla manipule edilebilirsiniz.

Hindistan’da aynı üniversitede bulunduğumuz uzun saçlı, küpeli bir arkadaşımın Afganistanlı olduğunu öğrendiğimde, onun Taliban rejiminden kaçtığını, Hindistan’da eğitim alarak, rahat ettiğini düşünmüştüm. Çünkü üniversite bu tarz bir çok İranlı öğrenciyi barındırıyordu. Yaptığım kısa sohbetlerde ise peşin yargılarım allak bullak oluyordu. Afganistan’da demokrasi olduğunu, Taliban’ın sadece bir bölgede kuvvetli olduğunu geri kalan kısımlarda yaşayan insanların bu baskılardan bihaber olduğunu, onun ülkesini sevdiğini ve ülkesinde de kılık kıyafetiyle gayet rahat yaşadığını anlatıyordu. Fakat, … diye düğümlenip kalıyordum.  …Evet belki de Afganistan’da yaşayan insanlara acıyarak bakılmamalıydı, ne de olsa hayat her yerde bir şekilde tatlıydı… Fakat yine de bu bilginin üstüne özgür yaşam var diye Afganistan’a gidileceğini hiç sanmam.

Yine Hindistan’da, yaklaşık 15 yıldır Türkiye’ye uğramamış, orta yaşı biraz geçkin Türkiyeli bir tatilci arkadaşla sohbet ederken, Türkiye’de alkol tüketimi ile ilgili düzenlemeye 24 yaş kriterinin de eklendiğinden bahsettiğimde gözünden yaş gelecek gibi oldu. Atatürkçü olduğunu sandığım arkadaşa göre korkulan, işte olmuştu. Ona, 15 yıl dışarıda olduğu için, kendi nazarında eski ile yeni arasındaki bağ aşikardı. Oysa bizler burada her geçen gün değişen gündemlerle başka bir bilince evrilmiştik. Bu arada, Atatürkçü dediysem de bu uzun süreçte Atatürkçü olmanın anlamının da değiştiğini kaydetmek gerekir.

22 Ağustos’tan itibaren “güvenli internet” sloganıyla, bugüne kadar kaçak maçak kullanılan internete son geliyor. Bugün itibarıyla medya, sorunu internetin ölümü olarak lanse ediyor. Ancak 22 ağustosa kadar dönüştürülecek olan bilinçlerimiz, bize bu yasağı normalleştirecek. Bahse var mısın? Yoksa pornocu musun?!

Avrupa’da ise şöyle ilginç bir gelişme var.  Avrupa Birliği özel telefon konuşmaları, internet bağlantıları ve elektronik postanın telekomünikasyon şirketleri tarafından arşivlenmesini istiyor. Gerekçelerin başında terör geliyor. Ayrıntıya girilince böyle bir uygulamanın uyuşturucu şebekelerini de ortaya çıkaracağını, yaşlıları dolandıranların arttığını, bu yönde çok şikayet geldiğini, bu yolla bunun da önleneceğini söylüyor. Hatta ikna olmayanlar hala varsa, pedofilin düşünülmesini istiyor. Bu uygulama ile pedofil kalmayacakmış, … Bunca sözden sonra hala ikna olmayan kalmamalı ama nedense Avrupa Birliği ülkeleri bu öneriyi kabul etmiyor. Timsah gözyaşı bilinçli kitlelere işlemiyor… Terörist de dense, dolandırıcı da, pedofil de dense…

Mısır’da demokrasi var. Mübarek büyük olasılıkla demokrasiden prim yapıyordu. Kaddafi ise en azından daha dürüst… Ülkede demokrasi olduğu iddiasında değil, otokrasi var. Libyalılar demokrasi istiyor ama Mısırlıların işi daha zor. Bir ülkede demokrasi zaten varsa demokrasi nasıl istenebilir ki? Ve bir ülkede demokrasi varsa Mübarek nasıl oluyor da 30 yıldır iktidarda olabiliyor? Seçim dense seçim var, parlamento dense, o da var.

Tayyip Erdoğan 9 yıldır iktidarda… Açıklanan son vizyonla, (her ne kadar kendi partisinin vekil adaylarından –ki özellikle seçilmemiş olanlara yönelik yaptığı konuşmada, bir sonraki dönem bırakacağını söyleyip salondaki çoğunluğu gözyaşlarına boğmuşsa da,) 12 yıl daha iktidarda kalmanın hesabını yapıyor? Ne de olsa herkes 5 sene sonra “git artık” dese de, “talepleri kıramadım” diyerek koltuğu bırakmayanlara aşinayız. Yani etti mi toplamda 21 yıl. Hiç bir demokratik ülkede 20 yıl iktidarda kalınmaz ve hatta demokratik ülkeler artık, yeşil ilkelerde de olan rotasyonu konuşuyor. İleri demokrasilerde bir yöneticiden beklenen sistemde onarmalar yaptıktan sonra gönül rahatlığıyla işini bırakabilmesinde ve kendisinden sonra da sistemin işleyebilmesindedir. Bizim başbakan ise sistemi kendisine bağlayarak gitmesini imkansızlaştırıyor. Fransa’da yaptığı konuşmada azınlıkların güvencesi olarak kendisini gösteriyor. Sistemi değil! Otokrasiye demokrasi süsü veriyor. Mübarek nasıl 30 yıl iktidarda kaldı. İşte böyle böyle..

Böyle böyle… Yani sürekli tezkereler çıkarıp ülkeyi savaş atmosferinde tutup daha fazla yetki alarak, aldığı yetkiyle seçim barajı koyup, kendisi gibi “yeni” oluşan hiç bir partiye izin vermeyerek, koyduğu barajla dışarıda bıraktığı milletvekillerinin de koltuklarını alarak, yine aldığı yetkiyle muhalefette eskinin temsili Chp dışında kimse bırakmayarak, kendisini değişimin tek adresi göstererek böylelikle muhalefeti bile istediği gibi biçimlendirerek, daha başka alternatif yaratılmasına izin vermeyerek ve alternatifleri tek tek yok ederek. Tüm medyayı ve interneti hem tepeden denetimle, hem hukuki ve hem siyasi baskı ve korkularla istediği biçime sokup, toplumu koca bir ilüzyonda tutarak; sürekli yoksullaşan topluma herşeyi süt liman göstererek, imaj makerlardan ve danışmanlardan oluşan koca ekiplerle ve kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyen, emrine amade güç ve statü sahibi desteklerle, kitlelerin bilinçleriyle sürekli oynayarak, değiştirerek, dönüştürerek…

Daha da ilgincini söyleyeyim. Cesar Roma’daki cumhuriyeti yıkıp tekrar nasıl krallık getirdi? “Ben kral değilim!” diye diye… Çılgın projeyle insanların aklına Fatih Sultan Mehmet mi geliyor? Yok efendim haşaa…

Tayyip, Kaddafi, Mübarek …Fark var mı?

Tayyip, Kaddafi mübarek.

Bu yazı 4 Mayıs 2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Sokak sanatı ve “işsizlik hakkı”


Bilmem hatırlar mıyız? Bundan 5-6 yıl öncesine kadar Acun Ilıcalı, genç bir magazin gazetecisi olarak dünyayı dolaşır, bize de oradaki yaşamlardan örnekler sunardı.  O görüntülerden aklımda en çok kalanlar özellikle şehir merkezlerindeki sokak müzisyenleri ve performans sanatçıları olmuştur. Bu görüntüler neo-liberal politikaya sahip ülkelerde özgürlüğün de simgesi gibiydi. Eminim böyle düşünen tek kişi değilimdir.

O yıllardan bu yana, Türkiye’de de sokakta performans gerçekleştiren sanatçıların sayısı artmaya başladı. Gözümüze hoş gelen ve beton şehirleri yaşanabilir alanlara dönüştüren bu sanatçıları sempatiyle izliyoruz.  Ancak bu kişiler aslında kanun dışı işler çeviriyorlar!

Geçtiğimiz günlerde Malatya’da, sokakta müzik yapan turist gençlere, zabıtaların tavrını sosyal medyadan utanarak izledik. “Haydi kalabalık etmeyin. Haydi… Haydieyggh”

Hemen arkasından Ankara’da, parkta müzik yapan liseli gençlerin karakola götürüldüğünü ve ceza kesilmiş olduğunu öğrendik.

Bu görüntüler hukuki yönden, polislerin, amirlerinden kalabalıklara, her ne şekilde olursa olsun müdahale etme emri aldıkları gerçeğini gösteriyor. Çıtkırıldım devlet özgürlüklerden korkuyor.

Hani ileri demokrasi, daha fazla özgürlük deniyor ya… Palavra. Öyle ki herhangi bir insan için, herhangi bir sakınca içermesi imkansız olan bu etkinlikler, (bana öyle geliyor ki) kapitalizmin vahşiliğini anımsattığı için ortadan kaldırılmak isteniyor. Baskıya maruz kalıyor, denetlenmeye çalışılıyor, korku ve gözdağı veriliyor.

Kültürel yönden ise durum daha vahim. Bu olaylar yaşandığından beri, konuya ilişkin birşeyler yazma amacındaydım. Konunun derinliğini ise yalnızca küçük bir köşe yazısına nasıl sıkıştıracağımın hesabındayken, yeni çıkan bir kitap yardımıma yetişti.

Ivan Illıch’in, “İşsizlik Hakkı – The Right to Useful Unemployment And Its Professional Enemies” isimli eseri, Deniz Keskin çevirisiyle,  Yeni insan Yayınevi’nden Türkçe’ye kazandırıldı. Henüz okumadım ama yeşil düşüncenin de kendisinden beslendiği, radikal toplum bilimci Ivan Illich’in yine harikalar yaratmış olabileceğini kestirmek güç değil. Eminim bu kitap,  tv ekranının ardında kalan ve banttan yayınlanan sanat kliplerine nazaran, verdikleri emeği hemen oracıkta, önümüzde gördüğümüz sokak sanatçılığının nasıl olur da yasak olabildiğinin, hem kültürel, hem ekonomi-politik yönden yanıtlarını veriyor ve hem de çok daha fazlasını anlatıyordur. Kitabın tanıtımı bile bu konuda bazı ipuçları veriyor;

Günümüzün toplumunda bir patron tarafından emredilmiş olmadığı sürece hiçbir çaba üretken sayılmıyor ve ekonomistler de bir şirketin, gönüllü kuruluşun ya da çalışma kampının kontrolü altında olmayan insanların nasıl olup da gayet işe yarar olabildiklerini açıklamakta güçlük çekiyorlar. Bir iş yalnızca standartlara uygun şekilde belgelenmiş olan bir ihtiyacı karşıladığına hükmedecek bir profesyonel kurum tarafından planlandığı, takip edildiği ve kontrol altında tutulduğu sürece üretken, saygın ve yurttaşlara layık bir iş olabiliyor.

Gelişmiş bir sanayi toplumunda işsizliği özerk ve faydalı çalışma hali olarak değerlendirmek, hatta hayal etmek imkansızlaşıyor. Toplumun altyapısı öylesine bir şekilde düzenlenmiş ki üretim araçlarına erişmenin tek yolu ücretli işler ve devlet devreye girdikçe kullanım değeri üretiminin üzerindeki bu meta üretim tekeli daha da baskıcı oluyor.

Bir çocuğa yalnızca diplomanız varsa bir şey öğretebilirsiniz, kırılmış bir kemiği yerine ancak bir klinikte oturtabilirsiniz. Ev işleri, el becerileri, geçimlik tarım, radikal teknoloji, birbirinden öğrenme ve benzeri faaliyetler yalnızca aylaklar, üretken olmayanlar, çok yoksullar ve çok zenginler için mümkün hale gelmiş durumda.

Okuyup, bize dayatılan gerçeklikleri kritik etmek, paylaşmak, kendimizden utanmak, toplumumuzdan utanmak, yeniden üretip, dönüştürmek üzere…

Muhabbetle…

Bu yazı 30 Nisan 2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Çingen hesabı


Bu başlığı atan bir yazardan, özellikle çingeneleri, sonra da eğitimsiz kitleleri hedef alan nefret dolu bir yazı gelmesi muhtemeldir. Yazımın sonunda, tam aksine, -bu hesaba bir övgü görürseniz şaşırmayın.

İzleyenler hatırlayacaktır. Yılmaz Erdoğan’ın “Organize işler” filminde, Tolga Çevik’in canlandırdığı süperman karakteri, çaldıkları arabayı tüm saflığıyla satmaya gidip eli boş geldiğinde, Erdoğan’ın canlandırdığı çingenimtrak, dolandırıcı karakter “hani para?” diye sorar.

“Yok!”…

“Ya araba?”

“Yok!”

“Ya para?”

“Yok!”

“Ya araba?”

“Yok!”

“Peki para?”

“Yok!”

Doğal olarak tınn diye bir ses kulaklarda çınlar. Dişler gıcırdar, şafak atıverir.  Film bu ya; hikaye döner dolaşır çingen hesabı yapmayı yanlışlar, yani bizim saftirik essahtan dolandırılmamıştır. Ondan da saf olanlar varmış.

*****

Çingen hesabı, ne olsa dört işlem ve içler-dışlar çarpımı yapmayı beceren bakkal hesabına göre daha basittir.

“Ben elime geçene bakarım, ağbi.”

Ya da “ele geçirme”yle direk ilişkilidir. Bu sebeple en iyi pazarlamacılar, satış temsilcileri, dolandırıcılar bilir. Bir yandan alabildiğine basit ve saf bir hesap olan çingen hesabı aslında bir yanıyla da cin gibi bir mantıktır.

Kimse bu hesaba yabancı değildir. Bu hesap tarih kadar eskidir.  Bilimsel bir niteliği yok gibi dursa da aslında Marx tam da bu hesabı yapmıştı.

“Eee, öyle veya böyle para sermayeye akıyor.”

Marx’ı ahlakla özdeşleştiren solcular belki kızar ama bence Marx cin gibiydi. Haa tabi bir de, en iyi şirketler bilir bu hesabı…

*****

Seçim yaklaşıyor. Keşke toplum, ekonomi programlarında yukarıdan aşağıya, sağdan sola, irili ufaklı dönüp dolaşan ve psycadelic efektlerle süslenen rakamlara aval aval bakacağına, azıcık da çingen hesabı yapsa… Eğer yaparsa,  seçim yarışı olarak addedilen meselede neden bütün partiler birbirine benziyor anlayacak.

Ben basit bir tane yapayım,  gerisi size kalsın. Toplum olarak 3 ay öncesini dahi hatırlamazken, hayal meyal hatırladığım bir veri şöyleydi. 1994-95 yıllarında, Türkiye’de bir öğretmen memurunun maaşı yaklaşık 700-800 dolarken ve GSMH, kişi başı 2000 dolarken, AkP iktidarıyla GSMH 10.000 dolar olmuş. Bir öğretmen maaşı ise 700-800 dolar. Demekki birileri zengin olmuş, Türkiye zenginleşmiş.

AkP seçim beyanaatını showdu. Anlaşılan, Toki şirketi gözünü fukaranın parasına dikmiş. Aylık 100 liradan 50m2, kutu gibi seri imalat evleri, ömür boyu kölelikle (25 yıl) change edeceklermiş. Arsa, “devlet şirketi”nden, reklam yandaş kanallardan geliyor. Kesilecek ağaçlardan çıkan tomruğu, kazılan zeminden çıkarılan toprağı satsan, -sözleşmeden gelecek paralar yanına kar işte.  Üstelik aksilik olur da, bu uzuun süreçte ödeyemeyenler olursa kar misliyle katlanır. Gelecek icralar, gecikme faizleri de cabası… Hemm son çırpınışta çekilecek krediler bankacılık sektörünü de canlandırır.

“Verin, verin ekonomiye can verin.”

AkP’nin fukaradan elde etmek istediği kardan başka olarak, zenginlere de, İstanbullunun kuzey ormanlarını satmayı hesapladığını gördük. Anlaşılan şimdikine yetişmese de, gelecek seçimlerde kömür değil, odun dağıtacak. 25 yılda anca inşa edilecek iki yeni şehirde çalışacak inşaat işçilerinin kim olduğu da anlaşıldı.

Çingen hesabı; Rusya’ya “şimdikinden daha pahalıya elektrik alacağız. Al üstüne de 10binmilyon baloncuk. Al al al… Anlaştık mı?” diye sorulduğunu ve  anlaşmaya varıldığını söylüyor. Anlamadığım ise; şeffaf olmayan bu tartışmada Rus elektrik şirketinin ne verdiği… Bir de onu bilsek? … Ama ekonomistlere sorsanız, yukarıdan aşağıya sağdan sola rakamlar dönmeye başlıyor. Alttan da ver allah Pink Floyd…

Tabi bu yazı daha bitmez.. Ne de olsa daha çılgın proje var. Acun Ilıcalı yarışmasını andıran görüntülerle açıklanan,“yaşadık” nidalarıyla alkışlanan ve aklımızı alacağı iddia edilen bu proje sonrası, cebimiz boşaldığında darılmaca gücenmece yok. Sülün Osman boğaz köprüsünü satarken, bir yandan da, ona kızmamamız gerektiğini, 3 kuruşa köprü  alacağını düşünen adama da kızmak gerektiğini, -aynı anda gösterir.

Chp’nin beyannamesi de ayrı olay.

“Herkese para vereceğiz” diyor. Yahu bu zamanda kim kime para veriyor. “Sen ne alma hesabındasın?” Onu söylesen …belki anlaşabiliriz…

Kılıçdaroğlu “en az” sözcüğüne dikkat çekip 600 lira diyor. Bu vaat çingen zihnimde Demirel’le Kemal Sunal arası birşeye denk geliyor.

Esas şaşırdığım ve zil takıp oynamak istediğim şarkı ise yine AkP’den geliyor. …2023 meselesi. Yahu tartışmamız 2 ay sonraki seçim ve önümüzdeki 3-4 yıl değil miydi? AkP ise science-fiction olmuş, uzakları, tee 2023’ü gösteriyor.

“Aaa bak kuş geçiyor” diyor.

Herhangi birisi bu 2023 sözünü duyduğunda ağzı açık kuşa bakabilir, ama bir çingen, bu sözü duyar duymaz donuna mukayet olması gerektiğini bilir.

Kimse duymamış olabilir ama ünlü bir çingen atasözü; “bir yerde; iyilik, yücelik, ahlak, adalet, şeref, namus, millet, illet, din, ümmet sözcüklerini duyduğunda zil takıp oyna; zira fazla uzun ömrün kalmamıştır” der. Bizim mecliste ise sadece bunlar konuşuluyor ama atılan imzalar bol sıfırlı ve bol dönümlü olduğundan emin miyiz? Eminiiizz, eh hadi o zaman, rinnaa rinna rinna…

Anahtar kelimeler: Emek, sosyal haklar, iş güvencesi, sendika, ekolojik yerleşimler, ekolojik köyler…

Bu yazı 20 Nisan 2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , ile etiketlendi | 1 Yorum

(Interview) A “strange” activist \ (Röportaj) Bir “garip” aktivist: Luk Sips


For english, Click here.

Biz onu ilk olarak iki yıl önce yapılan İMF karşıtı gösteride,  şiddet sahnelerinin içinde çevresindekilere ve polise gül dağıtırken tanıdık. Gaz bombaları ve su püskürten panzerlerin arasında beyaz kıyafetiyle bir yabancı dolaşıyor, polisten o da nasibini alıyordu. Görüntüleri izleyen herkesin aklına gelecektir. İsmi Luk Sips…

Luk ayrıca, 2010 yılı coşkulu 1 Mayıs etkinliklerinde, kostümü ve semazen gösterisiyle yine dikkat çekmişti. Medyada yine “bir yabancı” olarak yer alıyordu. Dahası Türkiye Yeşiller partisinin organize ettiği, 3. Köprüye karşı “İki milyon İstanbullu” kampanyası çerçevesinde, 2 Ekim 2010′da boğaz kıyılarında yapılan ve yine coşkuyla geçen eylemlerde de performanslar gerçekleştirmişti.

Luk Sips bir performans sanatçısı. Bir Yeşil. “2010 Avrupa kültür başkenti İstanbul” projesi sırasında, projeye alternatif bir sanat merkeziyle yine karşı duruşunu sahnelemiş. ÜsküdART 2010 ismini verdiği projeyle bir yıl buyunca yerli yabancı sanatçıların bir araya geldiği bir mekan açmış. Şu günlerde sanat merkezinin kapanış sergisi gerçekleşiyor. Yeşil Gazete olarak, biz de kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirerek hem sergi hakkında konuşmak ve hem de kendisini daha yakından tanımak istedik. Serginin son günü, cumartesi, bir kapanış partisi olduğunu da hatırlatalım.

Biz seni Türkiye medyasından “bir yabancı” olarak tanıdık. Bize kendini tanıtır mısın?

Adım Luk. Belçikalı’yım. Üniversitede “Sosyal hizmetler” bölümünde okudum ve 10 yıldan fazla süre boyunca, Belçika’daki genç insanlarla birlikte çalıştım. Aynı zamanda Türk ve Fas asıllı göçmenlerle de çalıştım.

Daha sonra, Brussel Üniversitesi’nde Sanat Eğitimi bölümünde master yapmaya başladım. Onu bitirdikten sonra, normal bir mesleğe sahip olmaktan vazgeçmeye ve erken gençlik yıllarımda hayalim olan işi yapmaya karar verdim: Tiyatro yapmak…

Fakat bu sefer, herhangi bir okula gitmeden… Performanslar sergilemeye başladım ve çeşitli atölye ve eğitimleri takip ettim.

Henüz 13 yaşındayken, daha sonralarda Belçika Yeşiller Partisi’ne oy vereceğimi biliyordum. Çünkü savaşı sevmiyordum ve Afrika’da çocukların açlıktan ölmesini istemiyordum…

Ülkemin bir parçası olan “Flemenk” tarafında , dünyadaki ve Avrupa’daki ilk yeşil partisi vardı.Partinin orijinal ismi “AGALEV”‘di; bu kelimenin kökeni “faklı yaşamaya başlamak” anlamına gelen ” Anders Gaan Leven” ifadesinden geliyordu. Bu grubun kurucusu Katolik bir papazdı… Luc Versteylen…Onun felsefesi “doğayı korumak”tan çok daha derindi. O, daha 70′lerde, “tarihi sokak ve binaların korunması”yla ilgili kaygılar taşıyordu ve gençler için “cinsellik hakkında devrim teorisi” nde çalıştığı gibi, “toplu taşıma ve trafik problemleri” üzerine de çalışıyordu. Kendisi , aynı zamanda yeşil rengini “zayıf ve baskı altındaki insanları kurtarmak” anlamında kullanan ilk kişiydi.

16 Yaşındayken onunla karşılaştığım için çok mutluydum. Kanserden ölen bir arkadaşımın cenazesinde hizmet veriyordu.

O zamanlardan itibaren orijinal yeşil harekette aktif olarak yer almaya başladım.

Bu sosyal hareketin esas değerleri, “sakinlik” (quiet), “dayanışma” (solidarity) ve “ağırbaşlılık”tı. (soberness) Politikada bu kavramlar, ” barışseverlik” (pacifism), ” dayanışma” (solidarity) ve “ekolojizm” kavramlarına dönüştü…Bu üç değer, benim için hala yeşil politikanın temeli. Bence, her karar bu üç konu üzerinden değerlendirilmeli.

19 Yaşındayken, kasabamdaki yerel ekoloji partisi’ ne seçildim. Fakat, yerimi, bir arkadaşıma verdim. O, hala orada aktif olarak çalışıyor.

8 yıl önce, bu Belçika partisindeki üyeliğimi bıraktım….
Uzun süre boyunca iktidardaki hükümetin bir parçasıydılar, kimi uzlaşmalara varabilmek için ödünler vererek kesinlikle “yeşil” olmayan bir çok şey yaptılar.

Benim için ” yeşil” ya da “ekoloji” sadece “doğayı korumak” anlamına gelmiyor. Benim için yeşil, “bütüncül” bir ideoloji. Dünyadaki her şey, herşeyle bağlantı içerisinde. Ve ekoloji bu tüm hikayeyi görmeye çalışıyor…

Aslında Komünizm (Marksizim) ve kapitalizm, aynı hatayı yapıyor. İkisi de, ekonomiyi dünyadaki en önemli konu haline getiriyor. Bu doğru değil. Eğer toplumu ve dünyayı değiştirmek istiyorsanız… Birçok farklı konu aynı değerlere sahip ve aynı dikkat ve enerjiye ihtiyaç duyuyor : Sosyal, eğitsel, kültürel, ekonomik ve hatta dinsel pratiklerle ilgili uygulamaların hepsi, dünyamızın bir parçası…

Hıristiyan İncil ve Kur’an çok ekolojik yazılar :) Bilmediğim bir çok başka din de muhtemelen , insanlar, hayvanlar ve doğa hakkında aynı bakış açısına sahip.

Eğer yeşil olmak istiyorsanız, öncelikle işe, evinizi iyi izole etmekle başlamanız lazım. Aksi halde enerjiyi boşa harcamış ve nükleer santralleri desteklemiş olursunuz. Banyodaki ve mutfaktaki bütün su sızdıran muslukları tamir etmeniz lazım. Afrika’daki insanlar, su kıtlığı yüzünden ölüyor…
Farklı kültürlere açık olmalısınız..Üçüncü dünya ekonomisini, bu ülkelerin ürünlerini alarak desteklemelisiniz. Yerel tarıma destek vermelisiniz. Her türlü şiddete ve orduya karşı olmalısınız. Kahvenizi Starbucks’da içmek zorunda değilsiniz. Eğer gerçekten et yemek istiyorsanız, BurgerKill veya FuckDonalds yerine, yerel bir kebapçıda yiyebilirsiniz.

Evet, gerçek bir yeşil hayat sürdürmek, oldukça zor…

Ve tabi ben de sadece deniyorum. Kimse mükemmel değil….

Böylelikle hala bir “yabancı” mıyım?

Niçin bu ülkeyi seçtin? Ne kadar zamandır buradasın? “Açık sanat stüdyosu – ÜsküdArt” fikrini nasıl yarattın ve ÜsküdArt nedir?

İlk olarak, 5 yıl önce İstanbul’a geldim. İki nedenden ötürü.

Birincisi, Belçika’da Mesut Arslan tarafından organize edilen 0090 festivalimiz vardı. (www.0090.be) Festival, (İstanbul’dan) müzik, tiyatro, dans, resim, heykel hakındaki çağdaş sanatları Belçika seyircisi ile buluşturuyordu. Bu festivalde gönüllü olarak çalıştım. Böylelikle orda birçok İstanbullu sanatçı ve arkadaşımla buluşma olanağım oldu.

İkincisi bir dans atölyesinde bir dans eğitmeni öğrencileri 1 saat “döndürdü”. Bu beden deneyimini gerçekten çok sevdim. Ardından evde ve atölyede dönmeye başladım. O zamanlar Mevlana ve Şems veya sufizm hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Ve televizyonda geleneksel semayı gördüm. Böylelikle bunun Turkiye’den ve İslam’dan bir şey olduğunu öğrendim. Fakat ben, sadece dönüyordum.

Bu iki sebep beni ilk olarak 2006 yılında türkiye’ye getirdi. Amacım sanatçı arkadaşlarımı görmek ve gerçek sema için bir okul ya da eğitmen bulmaktı.
Çatı-dans, kargart, galataperform, istanbul modern, istanbulimpro, garajistanbul ve hatırlayamadığım İstanbulun bütün sanat sahnelerini keşfettim. Ve oruç güvenç gibi açık fikirli bir hoca buldum. (www.tumata.com)

O zamandan beri 8 kez istanbula geldim.

2007 yılında İstanbul’da bir Belçika gösterisi sergiledim; “PREY / AV”. Erkek vücudu ve kimlik hakkında.
2009′da bir İstanbul performansımız vardı.”GenderWish” (güzel bir İstanbul dansçıcı Sinem Beykurt’la). Bu performans, “cinsiyet”, “kadın & erkek vücudu ve kimlik” hakkındaydı. Orada ilişkiler, anne/kız iletişimi, boşanma, cinsellik, samimiyet, rekabet, büyük anne- babalar hakkında çok açık bir şekilde konuştuk. Kadın ve erkek olmakla ilgili hayal edebileceğiniz her konu üzerine konuştuk. Ama performansta sadece “sema” yı kullandık. Ve folk müzikten reggae ve house müziğe kadar her türlü pop müziği kullandık. Ben, kültürlerin ve farklı sanat biçimlerinin bu karışımını seviyorum.

Belçika’daki Derviş performanslarımdan biri “farklı dinler arasındaki savaş ve barış” hakkındaydı.

3 yıldan beri insanlar bana hep, İstanbul’un “2010 Avrupa Kültür başkenti” olacağını söylediler. Bu, benim için süper bir fikirdi: Türkiye henüz Avrupa’nın bir parçası değil ama çoktan bir “Kültürel Başkent” olmuş durumda. İşte bu ruh! (That’s the spirit !)

Böylelikle bütün bir yıl burada olmak istedim. Birçok Türk arkadaşım “İstanbul 2010′dan nefret ediyorum ” dedi. Özellikle genç sanatçılar… “Neden?” diye sordum. “Sanatçılar için bir şey yapmıyorlar, sadece büyük müze ve tiyatrolar yapıyorlar.” diye cevap verdiler.

Evet, doğru… Aynı problemi biz Belçika’da da yaşıyoruz. Bu Avrupa Başkenti çoğunlukla, yalnızca, turizm ve şehir yönetimiyle ilgili. Fakat, diğer bir taraftan bu tarihi binaların yenilenmesi de önemli. Turistler bu güzelliği keşfediyorlar.

Böylelikle benim tepkim şu şekilde oldu: “Neden biz, kendimiz bir şeyler yapmıyoruz? Boş binalarda, sokaklarda…Bu şekilde, yıl boyunca extra turisti buraya çekerek, avantaj sağlayabiliriz.”

Bu düşünceyle birlikte boş bir depo kiralamaya karar verdim… Burası, bütün genç sanatçılara açık olcaktı, burada çalışmak serbest olcaktı ve farklı kültürler buluşacaktı. Mekanda 1 piyano, bir batteri (drum-kit), 5 tane tiyatro ışığı, 1 mikrofon, birkaç boya ve kağıt ve hatta kıyafetleri dikmek için bir dikiş makinemiz vardı.

Bu şekilde, sanatın bütün biçimleri uygulanabilir ve bir araya getirilebilirdi.

Mevlevi dervişleriyle aranda nasıl bir yakınlık kuruyorsun? Bu konuda birşeyler söyler misin?

Ben sadece dönmeyi seviyorum:) Ve benim için vücudumu extrem formlara sokmak, enteresan.
Ve tabi. Belçika’da, çok ırkçılık ve milliyetçilik var. Böylelikle, göçmenlerin kendi ülkelerinden gelen bir sanat formunu kullanmaları otomatik olarak, politik bir ifade biçimi haline geliyor.
Aynı zamanda, yıllar sonra Mevlana ve Sufizm hakkında okumaya da başladım. Bu ilham veriyor. Fakat ben, çok uç bir şekilde bunu derinleştirmiş değilim.

Ben, özellikle, Şems’i beğeniyorum… O yeşildi ! Evet, o kesinlikle yeşildi :)

İMF karşıtı gösteride “Gül güçtür”, “Open your imagination” yazılı pankart kullanmıştın. Bu deyimle ne ifade etmek istedin ve gördüğün karşılıkla Türkiye polisine söylemek istediğin bir şey var mıdır? :)

IMF karşıtı gösteriyi kısıtlı bir zaman zamanda gerçekleştirmek istemiştim.(2 gün sonra performansımızın galası vardı )

Ve ben, şiddete ve monotof kokteylerinin bir parçası olmak istememiştim. Sadece “Fuck the police” diye bağırmak pek bir şey ifade etmiyor. Onlar, sadece işlerini yapıyorlar…

Bense yaratıcı bir slogan kullanmak istedim. 68 kuşağı öğrencileri “Hayallerini güçlendir!” (Power to the imagination) sloganını kullanmışlardı. Bu sloganı seviyorum. Ama bunu Türkçe’ye çevirmek çok zordu. Bir gece öncesinden arkadaşlarıma “Power to the Rose Türkçe’de ne demek?” diye sordum. “Flower power” gibi. (çiçeğin gücü)

Böylelikle, beyaz bir adam olmaya ve insanlara ve polise gül dağıtmaya karar verdim.Ve evet, “Gül, güçtür ” çok şiirsel. ..Aynı zamanda başka bir anlamı daha var: “Gülümsemek”. (smile)
Ve hatta içinde bir espri daha vardı…Türkiye’de bu isimde bir politikacı var…


Bomboşken Taksim’in ortasında sema yapmak…Görüntüm tüm televizyon kanallarında çıktı.Ve, evet, görüyosunuz, gösteri sonuç verdi. Politikada sanatı kullanarak… Hem de şiddetten ve molotof kokteylinden çok daha etkili bir şekilde sonuç verdi, çünkü insanlar bunu komik ve sevimli buldu…Ve eğer benim sanatım hoşlarına gittiyse, bu, benim fikirlerimi beğenmelerinden çok daha kolay….

İlginç olan…Tek eleştri diğer aktivistler tarafından geldi, internette yayınlandı. Beni “turist aktivist” olmakla suçladılar: “Dalga geçiyorsun, senin için kolay, sen Belçika’ya geri döneceksin! Biz, Türk insanları olarak her gün bu durumla birlikte yaşıyoruz.”
Üzgünüm. Emperyalist bir aktivist olmak istememiştim.

1 yıl için buraya geldiğim için mutluyum….Aynı zamanda hem Anti-Nükleer karşıtı buluşmada, hem Türkçe olarak ifade edersem “1 Mayıs”’ta ve Köprü karşıtı buluşmada sema dansı yapmaktan da mutluyum.

Tekrar söylemek gerekirse. Emperyalist olmak istemem. Fakat izin verin bir tavsiyede bulunayım. Avrupa’daki yeşiller ile aynı hatayı yapmayın. Onlar sadece dünyayı korumaya odaklandılar. Fakat bu bir yeşil için sadece normal. Eğitim ve okul sistemine odaklanmak çok daha ilgi çekici. Sosyal güvenliğe, kaliteli sağlık hizmetine, savaş karşıtlığına…

Bu konularla çok daha fazla insana ulaşabilirsiniz.

Doğrudan “doğa” konularıyla, hippilere, vejeteryanlara ve greenpeace gönüllülerinin oyunu alabilirsiniz  fakat onlar zaten ikna edilmiş durumda. Her halükarda yeşiller.

Muhammed ve Fatima ile iletişim çok daha önemli. ve… herkes çocukları için iyi bir eğitim ve oyun oynayabilecekleri sağlıklı bir şehir ister.

Polis hakkında?
Bırakalım işlerini yapsınlar!
Fakat işleri, halkı korumak ve böylelikle aktivistlerin de korunması lazım.

5 yıl önce, polis birçok kez beni yakaladı çünkü sokak performansı sergiliyordum ya da sokak müziği yapıyordum. Tabi polisler çok garip bir ırkçı duruş sergilediler… “Ovv, siz, Belçikalı bir turistsiniz, üzgünüz…” Fakat diğer bir taraftan bu sırada, çingeneler hapiste yatıyordu.

IMF karşıtı gösterideki gaz saldırısından sonra boş Taksim’e geri yürüdüm. Ve orada molotof kokteyllerini gördüm. Ve aynı zamanda orada çok agresif aktivistler gördüm. Sadece bu agresifliği bırakmak lazım. Böylece polis de değişebilir. Evet, o zaman ben de (bile) sivil polisler tarafından dövüldüm. Fakat bütün insanlar, polislerden nefret etti ama beni sevdiler.

Yani, eğer aktivizmde sanat, müzik veya dansı kullanırsanız çok daha güçlü olur.

Direnistanbul örneğindeki gibi… Orda samba müzik çalıyorlardı. 20 “palyaço”yla polisin önünde duruyorlardı. Polis bir palyaçoyu dövemez. Çünkü bu mantıkdışı olur ve eğer polis bunu yaparsa kimse o polisi sevmez…
Vize problemlerinden dolayı bu yıl, 3 gece Taksim karakolunda kalmak zorunda kaldım. Burada polisler bana çok sıcak davrandılar ve hiç şiddet uygulamadılar. Sadece bana değil… Aynı zamanda çingenelere, alkoliklere ve travestilere de aynı şekilde davrandılar… Ben de heralde “polis eğitimi değişiyor” diye düşündüm.

Fakat Yabancılar Şube… Burada bütün yasal olmayan kişiler ve mülteciler sınır dışı edilmek üzere toplanmıştı. (bir gece oradaydım.) Oradaki polisler çok saygısızdı. Resmen, İngilizce derslerine ve sosyal davranış eğitimine ihtiyaçları vardı. :)

Bana kalırsa, daha da önemlisi ordu.
Lütfen, alternatif sosyal ve kültürel hizmetlere sahip olmak için gerekli olanakları organize edin! Aptal bir militer sistemdeki aptal egzersizleri yaptırmaktansa farklı sosyal çalışmalar yürüterek ülkenize çok daha iyi hizmet edebilirsiniz.

Haydi NATO’ya dur diyelim ve bütün orduları ortadan kaldıracak bir başlangıç yapalım…

Evet… Ben hala hayal ediyorum…

İmf karşıtı gösteride “Ya Allah ya Selam” diye slogan atıyordun. Bu söz senin için ne ifade ediyor?

Bu 6 farklı dilde söylenen bir barış şarkısı ve ben o şarkıyı söylüyordum. O gün çok fazla şiddet vardı ve ben de o şarkıyı söylemeye başladım. Bana göre İmf karşıtı olmak öncelikle şiddete karşı olmak demek. Fiziksel şiddet, sosyal şiddet, ekonomik şiddet…

Herşeyden önce; bir barış aktivisti olduğumu düşünüyorum.

Bir sanatçı olarak 2010 Avrupa kültür başkenti projesini eleştirdiğin görülüyor. Bu proje hakkında ne düşünüyorsun?

Haha. Açıkçası hoşuma gitti. Tabi, bu çok büyük bir iş sektörü. Avrupa’ya daha yakın olmak için kültürel bir yolu seçmek, çok daha kuvvetli.

Ve evet, her şey çok daha demokratik bir şekilde organize edilebilirdi. Bu, her sanatçı veya proje, finansal desteğe sahip olabilir demek değil. (Bu arada, ben “ÜsküdART 2010″ için hiç yardım talebinde bulunmadım ve hatta fotokopiler bile ücretsiz değildi.) Fakat Brüksel Kültürel Başkenti’nin farklı olduğunu mu düşünüyorsunuz? Hayır. Kesinlikle, orada da öyleydi.

Daha da önemlisi, gençlerin eleştiride pasif kalmaması… Hayır. Sokaklara gidin! Duvarları boyayın! İstiklal Caddesi’nde dans edin! Boş binalarda, fikirleriniz ve yaratıcılığınızı sergileyin!..

Bana kalırsa, İstanbul’un daha çok yeraltına ihtiyacı var. Daha çok “avangard”a…


Seni “İki Milyon İstanbullu” kampanyasında da İstanbul’da yaşayan biri gibi protestocular arasında gördük. Kampanya ve köprü projesi hakkındaki düşünceni merak ediyorum.

Haha. Bir ekolojist için bu çok kolay… Daha çok köprü, daha çok sokak ve beton… Bunlar sadece daha çok araba getirir… Tek çözüm var: Daha az araba.Yani bu, şu demek ki: Daha çok toplu taşıma aracı, ucuz toplu taşıma. Ve evet. Petrol fiyatlarını yüksek tutun… Benim için problem değil.
Belki ileride otobüsler, dolmuş ve taksiler gazla ya da elektrikler çalışabilir. Elektrik de güneş enerjisiyle ve bir de tabi rüzgar enerjisiyle üretilebilir.
Ülkenizde büyük bir güneş potansiyeline sahipsiniz… Bunu kullanın!

Biliyorsunuz bir çok, farklı ve kolay çözüm yolları var.
Herkes, gençlik etkinliklerinin alkol markaları tarafından sponsor edilmesini yasaklayan yasaya karşı çıktı.Neden?
Bu yasayı daha yeşil yapın!
Sigara reklamlarına son verin! Çünkü, onlar sağlık için kötü…
Alkol reklamlarına son verin! Alkol, ağır bir uyuşturucu…
Ve… Araba reklamlarına son verin! Onlar, insanları öldürüyor…

ÜsküdArt’ta bir kapanış sergisi var. Sergi ne hakkında, biraz bilgi verir misin?
1 yılın sonunda projeyi sonlandırıyoruz. Bu iş, daha çok benim kişisel birikimim ve enerjimle yapıldı. Ve bir yılın sonunda, tamamıyla sona eriyor. Zaten benim planım da, bu işi 1 yıl yürütmekti. Ben enerjimi, sanat için  harcamayı seviyorum, binaları yönetmek için değil…


İlk ay boyunca her pazar, çocuk atölyesi düzenledik. Ayn zamanda sergide, çocukların bu çalışmalarını da sunacağız.
Büyük olasılıkla, 9 Nisan günü birkaç müzisyen de sahne alacak.

16 Nisan cumartesi günü ise, sergimiz ve projemiz bir partiyle sona erecek…


Gelirken, yanınıza içkilerinizi alın…
MP3′lerinizi alın…
Arkadaşlarınızı ve dans ayakkabılarınızı da unutmayın…


Hoşgeldiniz.

******

Üsküdart 2010 Stüdyo Kapanış Sergisi

2010 İstanbul sanatçılarının gözünden… Rezidansımızda!

Görsel Çalışmalar:

Tuba Olgun (Türkiye)
Nihal Koparan (Türkiye)
Henrik Hedinge (İsveç)
Luk Sips (Belçika)
Anne Weyler ( Danimarka)
Martina Janssen (Danimarka)
Özgür Kulaksiz (Türkiye)
Levent Duran (Türkiye)

Müzik performansı:

Çağdaş Tanik (TR): piano / guitar
Levent Duran (TR): strings / vocals
Gökçe Kölüsüz (TR): drums / percussion
Utku Öğüt (TR): guitar / violin / vocals
Luk Sips (BE): harmonica / bagpipes

Başlama tarihi: 09/04/2011 : Cumartesi, KOKTAİL saat 18.00

Bitiş tarihi: 16/04/2011 : Cumartesi,  PARTİ saat 20.00

“İstanbul Avrupa Kültür Başkenti” sırasında, 1 yıl boyunca Üsküdar’da yürüttüğümüz  “Açık Sanat Atölyesi” projesini sonlandırıyoruz.

Birçok uluslararası sanatçının, dansçının, ressamın, müzisyenin, oyuncunun, yazarın yolu “üsküdART” a düştü ve birlikte çalışmaları oldu.

Şimdi, mekan yeniden boşalacak…Fakat bu sanatsal enerjinin müthiş izleriyle…

Bütün arkadaşlarımızı ve gönüllüleri bir araya getirmek için, tekrar, son bir  “soup & show” düzenliyoruz.

Ve ” 2010′nun İstanbul yeraltı Mekanı” nı henüz ziyaret etme fırsatı bulamamış insanlara: Bu son şansınız !!!

Hoşgeldiniz

Etkinliğin facebook linki için tıklayınız.

Bu röportaj 11 Nisan 2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Röportaj, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Baudrillard: “İmamın ordusu bir skandal değildir.”


Bu yazı 1 Nisan 2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

“İmamın ordusu” bir skandal değildir. Kesinlikle değildir. Saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir. Tüm iktidarlar ve kurumlar kendi kendilerinden ancak kendilerini yadsıyabildikleri ölçüde söz edebilmektedirler. Kendi ölümünü sahneye koyan (oynayan) bir iktidar az da olsa bir yaşama ve yasal bir kurum olabilme hakkına sahip olabileceğini düşünmektedir.

Örneğin, Kennedy cinayeti gerçek anlamda bir politik boyuta sahipti. Oysa Nixon ve ya Erdoğan yalnızca hayali, simüle edilmiş suikastlere hedef olabilmektedir. Çünkü onlar birer iktidar kuklası olduklarını gizleyebilmek için bu türden yapay tehditlerin yaratacağı “aura”dan (cazibe çekicilik) yararlanmak istemektedirler. Eskiden krallar ölmek zorundaydılar (tanrılar da).  Zaten onları güçlü kılan da buydu.  Günümüz krallarıysa ölme numarasına yatmaktadırlar. Bunu yapmalarının nedeni iktidarın avantajlarını elden kaçırmama isteğidir. Çünkü iktidar onların elinden zaten çoktan kayıp gitmiştir. Bu nedenle Türkiye’ye nükleer santral kondurulurken (çünkü yapımı için hiç kimseye danışılmamış, karardan sonra da gelen tepkiler hiç umursanmamıştır), Erdoğan suikastine yönelik güvenlik çemberine radyasyon tehlikesi de eklenmiştir.

Kendi ölümü sayesinde yeniden yaşama dönebileceğini düşünmek…  İmamın ordusu “skandalı”yla kendisini baştan yaratmak isteyen iktidar budur. Çünkü piyasaya büyük bir gürültüyle düşecek olan ve artık düşmüş bu kitap, “altın bir nesil” yaratma vaad eden ve yüzde 25-30 luk kitleye sahip bir toplumsal güruhun, aynı isteğe sahip yüzde 25-30’luk başka bir güruha yönelik çağrıda bulunma oyununa dönüşmektedir.  40 Yıllık strateji, bir kitaba sıkışarak efsaneleşmektedir.

Kitap, karşıtı gibi gördüğü efendisini kutsarken, aynı zamanda dünyanın süper gücü konumundaki Büyük Türkiye’yi istemeyenlerin kitabına dönüşmektedir. Milliyetçi güruha İmam’ın büyük bir milliyetçi olduğunu hatırlatmaktadır. 10 Yıldır nasıl olur da muhalefet etmeyi becerememiş ya da muhalefet sahneleyememiş olduğuna şaşırdığımız aktörlerin (burada tv’de yer alan legal görünen tüm muhalefet grupları bir arada düşünülmelidir), yeni bir “yine”sini görüyoruz.

Küresel sermayeye iliklerine kadar bağlı olan bir iktidarın, kollektif sahnede oynanan temsilini tekrar izliyoruz. Sanki müsamerenin kreşendosuymuşcasına yaşanan politik hikayeden çıkan sonuç, bugüne kadar yapılmış tüm meşru (ve artık kimisi gayrımeşru) muhalif kanallardan alıntılarla ya da tersi yandaş olarak anılan güruh medyasından alıntılarla aynı politik kutubun içine sıkışmakta ve yine malumun ilanından başka bir şey olmamaktadır.

Bu “skandal”, Türkiye’de hiç bir suça karışmamış, tamamen demokratik kanallar aracılığıyla, kapitalizmin acımasızlığı ve üçkağıtçılığı kadar üçkağıtçı bir biçimde hareket etmiş olan ve son 30 yıllık süreçte, iktidara gelirken tüm temsili kuklalar tarafından eli eteği öpülmüş, saygıda asla kusur edilmemiş “İmam” hakkında yapılmış karalama çabalarının esasında temelden yoksun olduğunu bir kez daha ilan eden bir örneğe dönüşmektedir.

*****

Malum kitabı okumaya başlamamın üstünden fazla geçmeden Baudrillard’nın yaklaşımı aklımda belirdi. Yukarıdaki paragraflar çoğunlukla birebir, azınlıkla kendi eklemelerimle oluşuverdi. 1 Nisan şakasına benzeyen bu yazı, an itibarıyla kalem sallayan yazarların henüz yayımlanmamış ama yeni başlayan günle birlikte sayıları hızla artacak yazılardan, mesela 1 hafta sonra -yani gündemi oluşturan bu konudan gına geldiği zaman yayımlansaydı, hakkını daha layıkıyla vereceğinden eminim.

Ahmet Şık ve Nedim Şener 2007’den beri tutuklanan isimler arasında en tarafsız görünenler. Bu sebeple davanın yön değiştirdiğinden bahsedildiği de açık. Esasında kastettiğim veya rahmetli Baudrillard’nın bahsettiği, Şık’ın bu tartışmada, ergenekon kanadında yer aldığından çok, tarafsız çerçeveden ve araştırmacılığıyla bir araya getirmeye çalıştığı kitabının, birbirinin aynısı olan iki kutuplu fırıldak tarafından nasıl yaşatılacağı.

Kitap bize cemaatin uzun bir maratonla, altın nesili (artık) yetiştirdiğini ve özellikle emniyet içinde kadrolaştığını anlatıyor. Derin devlet ve kontrgerillaya karşıt bir demokrat olarak oluşturduğu ve amacı, derin devletin tasfiye edilmekten çok el değiştirdiğini vurgulamak iken, bu tavrı mevcut güruhlar tarafından nasıl anlaşılacak?

Bu kitap bir taraf için şeriatçıların iş başında olduğunu tekrar gündeme getirmek için bir bahaneyken, diğer taraf için hocaefendilerinin esasında ne kadar da büyük ekonomik, politik başarılara imza attığını -aynı anda anlatıyor. Bir taraf için cemaatin yol alırken ne gibi hile-hurdalar yapmış olabileceğini sezdirmeye çalışırken, karşıtında, bu alengirli yolları aşmanın başarı öyküsüne dönüşüyor.

Kendi yoksul veya asgari ücretli yaşamları içinde olmalarına karşın, Büyük ve ya emperyal Türkiye dendiğinde ağzının suyu akan o kadar geniş kitle varken (-ki Gülen’in amaçladığı altın nesil diye ben buna derim), dahası emperyal olabilmek için derin devlet şart iken, dahası şart olan derin devlet için toplumda öyle pek de karşıt düşünce yok iken, dahası muhakkak şart olan bu derin devletin ille de benim derin devletim olsun kavrayışı sürüyorken…. Ahmet Şık, Nedim Şener veya bizler gibi derin devlete karşı duran kimselerin düşüncesi nafile görünmektedir.

Yazımı bir müjdeyle tamamlayayım. Fethullah Gülen cemaati ülke yönetiminde söz sahibi olmak üzere çıktığı yola, her ne kadar Atatürk söylemi üzerinden radikalleşerek başlamışsa da, kat ettiği mesafede Mustafa Kemal’le barışmıştır. Hatta o kadar büyümüştür ki şuan asya ülkelerinde sahip olduğu ekonomik güçle yakında Lenin’le de barışması olasıdır. Fazla geçmeden Churchill’le de, Mao’yla da, Gandhi’yle de barışır. Çünkü küresel sermayenin ne dinle, ne de milletle ilgisi vardır. Sadece her zaman bir düşman şarttır. O sebeple ey sevgili milliyetçi arkadaşlar. Sizler Gülen cemaatiyle barışın ve düşman ortadan kalksın. Ne de olsa aynı amaçlara ve aynı ayrımcı dile sahipsiniz ve hepiniz için devletin bekası herşeyin üstünde. “Yücelik”te birlik yapın, rahat edin.

Biz de sonra kalkınma karşıtı, çokkültürcü, yerel düşünceden yana muhalefetimizle sesimizi duyurma fırsatı bulalım. Malum, sade gürültüsünüz.

(Yahu ne yazacaktım ne yazdım. Tırstım mı ne!)

muhabbetle

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Adını sen koy



İlkokulda bize padişahlık kötüdür diye öğretildi. Sadece öğretilmek değil kafamıza kazındı. Ortaokulda ise tarih dersleri her sene büyük padişahların büyük bozgunlarıyla başlardı ve hepimiz coşardık. Sonrasındaysa dersler kronolojik olarak Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemine girer ve hızlı başlayan sömestr hüzünle son bulurdu. İlkokulda her sabah ezilmiş kola kutusu, gazoz kapağı ve ya basbayağı taşla, güya top oynarken, kan ter içinde sıraya sokulup, sus pus edilip, hazırolda hayatlarımız üzerine and içerken, kimi günler haylazlık edip, cetvel-tokat yediğimiz arkadaşlarımdan, kendisini sol görüşlü olarak tanımlamasına karşın, “andımız”ın kalkmasına veya kalkmasının tartışılmasına dahi fena tepki gösterenler var.

Yıllar geçerken milli tarih kafasından çıkıp, antika kitapları biraz karıştırdığımda, tarihte büyük erdemlere sahip nice krallar olduğunu gördüm. Sonra biraz sosyolojiyle, analitik yönden değerlendirince, bu anlatıların dalkavuklar tarafından yazılmış olma olasılığı ortaya çıktı. Yine de Anadolu kültürüne ilişkin ilk tarihi belge olan ve hatta daha doğuda kalan zamane Pers İmparatorluğu hakkında da bilgi veren, Yunanlı yazar Xenephenon’un Onbinlerin Dönüşü (Anabasis) isimli günlüklerinde bahsettiği, ölen imparatorun yerine geçen büyük oğul II. Artakserxes’e nazaran, (esere göre) hakkı yenilmiş küçük kardeş olan Kyros’un özellikleri beni çok etkilemiştir. Malesef ağabeyine karşı seferber ettiği Anadolu ve Yunan krallıklarından aldığı desteğe karşın savaşta ölür. Bu satırları yazarken Kadıköy’de İthaki Yayınevi basıldı. Homeros’un gözbebeği olan İthake kralı Odysseus’un erdemleri de say say bitmez.

Tarih ya da hikayeler bize sayısız kral tanıtırken, hangilerinin hükmünde yaşayan halkların, ne kadar – ne anlamda mutlu veya özgür olduğunun bilgisini pek vermez. Verse de bu bilgilere güvenilmez.

Bir de zalim krallar vardır ancak bunları tanımamız çoğunlukla onlara karşı koyan halk kahramanlarının ya da onları yok eden daha adil kralların hikayeleridir. Köroğlu’nun Bolu beyine karşı verdiği mücadele ya da hazır newruz günlerindeyken bahsedilebilecek, Firdevsi’nin anlattığı, zalim kral Dahkak’a karşı mücadele eden demirci Kawa’nın hikayesi gibi. Odysseus ise zalim Agamemnon’un yanındayken aslında onu yönetmeyi bilecek kadar akıllıdır.

*****

Geçtiğimiz yüzyıldan itibaren ise tüm kavramlar başka başka tanımlanır oldu. Artık kral yerine diktatör demeye başlanır ancak yine de bir belirsizlik vardır. Politik görüntü ekonomik çıkarlar doğrultusunda bürokratik ya da diplomatik tanımlamaları değiştirir. Suudi kralı, kraldır ama Castro diktatör. Kaddafi Libya lideri olarak tanımlanır ama kimi kaynaklar diktatör der. Tarihsel anlamda sondan geriye Kaddafi, Saddam, Castro, Stalin, Mustafa Kemal. Yaşadığımız kapitalizm öğretisi içinde çoğuna sosyalist derken aşırı indirgemeci davrandığımız vurgulanmaz. Bu “krallar”ın hepsinin de farklı farklı sistemler kurduğunu ya da tanıdığımız terimlerle bahsedersek, devletçiliği, halkçılığı veya liberalizmi değişik ölçeklerde harmanlamış olduğunu görürüz. Hepsinin milliyetçi duygularla toplumlarını dışarıya kapadığı, ülkelerinin yapısına dayanarak kendine has belirlediği kıstaslarla, farklı toplumlar inşa etmeye çalıştığı görülür. Ne kadar başarılı sistemler kurup kuramadıklarını belirlemek ise bakılan çerçevelerin bolluğu nazarında imkansızdır. Örneğin Katar prensi 1974 yılında babasından tahtı devralırken yeni koyduğu kanunla 24 yaşına gelen herkese toprak veriyor. Libya hakkında hiç bir şey bilmememe rağmen, Kaddafi’nin ülkedeki kurum sayısını minimumda tutmaya çalıştığını duyduğumda şaşırmıştıım. Düşünün Türkiye’de Sosyal Güvenlik Kurumu’nda (SGK) çalışanların sayısını ve maaşlarını düşünürsek, işleri öğretmen, doktor, polis veya itfaiyeci memurlardan farklı olarak, sadece denetim, kontrol ve saymanlık olan kişilere her ay harcanan parayla bir çok insanın sosyal sağlık güvencesinin önü açılabilir ama hiyerarşi ve bürokrasiyi o kadar yüceltiriz ki tam tersinden bakmak imkansızlaşır.

Yılda bir kitap okuma ortalamasına sahip Türkiye’de milli tarih öğretisinin dışına çıkılması beklenemez. Henüz yaş iken, bin kez andımız okumuş bir kişinin bu öğretiyi kritik edebilmesi için ileri yaşta herhalde bin kitap okuması gereklidir. Bu kişilere “krallık neden kötüdür?” diye sorsanız, verilecek yanıt, ya eşitlik ilkesinden yola çıkarak, safahat içinde yaşamalarından rahatsızdırlar ya da krallığın demokrasiye göre saltanat biçiminde ilerlemesinden gocunmaktadırlar. Oysa kapitalizm eski kralların en alasından daha büyük krallar yaratma kaygısında olup, aynı biçimde saltanatlarının sürmesinin önüne de hiçbir engel koymamaktadır ve hatta “adalet mülkün temelidir”. Koca koca yazılan bu sözden hangi sosyal sınıf ne anlamaktadır acaba?

Liderlik mekanizmalarına karşı duran yeşil düşünce içinden elbette krallığa övgü sunacak değilim, değiliz. Fakat endüstriyalizm, bürokrasi ve hiyerarşiyi yücelten kapitalizm yanında, kimi zaman krallıkların alternatif yönetim biçimleri (bence) sempatik de durabilmektedir.

Libya meselesi üzerine çok şey yazılıp çiziliyor. Öylesine basmakalıp düşünceler içinde bilgisinden şaşmaz, emin ve ketum tavırlarla, ya bir kalemde diktatör diyenler ya da bir kalemde saldırıyı kınayanları görünce insan denen mefhumun kibrine hayran kalıyorum. Sahi Libya hakkında ne biliyor olabilirler ki?

Yıllar evvel uzun süreli Tolstoy okumalarım sırasında insan hakkında bir düşünce zihnimde belirdi. Sanki devrim yaklaştığında, insanlar kendi küçük çeperleri içinde etrafı tırmalamaya başlarlar. Ağızlarından hangi sözün çıktığının bir önemi yoktur. Yalnızca o güne kadar yaptıklarından memnun değillerdir ve tam tersi ne ise, onu yapmaya başlarlar.

Arap ülkelerinde bir devrim çağrısı büyüdükçe büyüyor. Wikileaks belgelerinin ardından patlayan bu süreçten tüm iktidarlar korkuyor. Hedefler belliymiş gibi yansıtılıyor. Krallar… Köroğlu yaşadığı toplumdaki adaletsizliğin hesabını o bölgenin kralından sorabiliyordu. Ne de olsa kral ya da bey, o bölgenin yönetiminin cisimleşmiş karşılığıydı. O zamanlarda adaletsizliğin hesabını krallara sorabilirdiniz. Oysa kapitalizm hedefi saklamıştır. Kapitalizm içinde adaletsizliğin hesabını sorabileceğiniz bir kişi artık yoktur. Kurumlar vardır. Atını kime karşı süreceksin, kılıcını kime doğrultacaksın?

Medyadaki tüm entelektüel zırvalıklar bir noktayı es geçiyor. Arap ülkelerindeki ayaklanma yalnızca 20-30 yıllık kralları indirmek için değil… Herkesin zaten bildiği gerçekleri yüzümüze tokat gibi çarpan “Assange soytarısı”na kayıtsız kalamamanın, gelişen iletişim araçları ölçeğinde, Zizek’in söylediği gibi doğrudan demokrasiyi yaşatabilmek adına ve henüz örneği olmayan bu kavramı gerçeğe dönüştürmek üzere kendimizi seferber etmemizin çağrısı.

Bana öyle geliyor ki veya umudum; Mübarek gitse de, Kaddafi indirilse de insanlar etraflarını tırmalamaya devam edecekler. Bu basit sus paylarını yutmayacaklar. Peki doğrudan demokrasiyi nasıl yaşatacağız? Nasıl organize edeceğiz? Tüm bu tartışmalardan çıkarılacak tek yapıcı soru bu olsa gerek…

Yeşil Gazete’nin okunurluğu her geçen gün artıyor. Artık haberleri Yeşil Gazete’den takip eden geniş bir kitle var. Ekibimiz gönüllü olarak çalışıyor ve uğraş verenlerin sayısı da her geçen gün artıyor. Online gazetemizde amacımız yazar – okur alışkanlıklarını değiştirip interaktif bir sürece sokmak. Aslında çok basit. Misal, bu yazıma bir isim veremedim ama Oğuz Atay’ın yıllar önceki çaresizliği artık yok. “Ben buradayım ey okur, (ya sen nerdesin?)” Sence bu yazının adı ne?

Muhabbetle…

Bu yazı 25 Mart 2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Alternative Goa Carnival @ Arambol Beach by Hippies

This gallery contains 1 photo.


More Galleries | , , , , , , ile etiketlendi | 4 Yorum

Goa Carnival @ Panaji


More Galleries | , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Nature in India

This gallery contains 2 photos.


More Galleries | , , , , , , , ile etiketlendi | 1 Yorum

Goa’da karnaval zamanı: Yeşil Gazete orada


http://www.yesilgazete.org/?p=22139

ya da daha çok sayıdaki fotoğraf için;

https://modernwish.wordpress.com/2011/03/22/alternative-goa-carnival-arambol-beach-by-hippies/

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Bollywood @ My Joint

This gallery contains 13 photos.


More Galleries | , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

(: Hoşçakal AkP.


Bu yazı 28 Ocak 2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Bülent Arınç’tan hayat derslerini duydunuz mu?

“Hayat içki ve seksten ibaret değil”miş.

Yüce devletimizin temsilcisi muhterem şahıs, hayatın ne olmadığı yanında, bir de, ne olduğunu söyleseydi de tam olsaydı. Hani biz hayatı nasıl yaşamamız gerektiğini bilmiyor değiliz ya, belki yeni bir şey öğrenmiş olurduk.

Mesela hayat; vatan-millet uğruna şehit namıyla ölmek -ama yine de ölmek midir acaba?

Ya da hayat; şerri hükümler çerçevesinde bu hayatta yaşamamak -ama öbür tarafta gırla yaşamak üzere bir yatırım mıdır?

Belki de hayat devlete saygı duymak, o ne istiyorsa vermektir. Böylece lanetler ettiğimiz Amerikan emperyal tavırlarına benzer biçimde emperyalleşme çabasına girmek ve buna sevinmenin  ikiyüzlü ahlakıdır.

Kim bilir belki de hayat; astlarının isteklerini görmezden gelip, üstlerinin sözünden ise çıkılmaması gereken hiyerarşi içinde varlığını sürdürme çabasıdır. Bu hayat içinde; işe gidip gelmek, elektrik-su-telefon-doğalgaz-internet ve kira faturalarını yetiştirmeye çalışmak, “yaşamak” demektir.

Hayat; belki de hayaldir. Hep ötelenen emeklilik zamanının gelmesini düşleyerek beklenen… Emeğinin sömürülmesi amacıyla evcilleştirilmiş, dünyanın en tehlikeli canlısı olan insanın bu sömürüden mızmızlanarak uzaklaşma gayretidir.

Öyle değilse bile modernite içinde hayat, herhalde en çok; tüm bu keşmekeşten uzaklaşmak üzere, sahip olunan bir gün içindeki bir kaç saat, bir hafta içindeki bir gün ve nihayet, bir yıl içindeki 3-5 günün değerini bimek, rahatlamak ve gevşeyebilmek üzere bencilce davranmaktır.

*******

Bu tartışmalar bilindiği üzere alkol yasağıyla birlikte geldi. Bahanesi ise kimi başka ülkelerde de bu tarz yasaklar olmasıyla örtüldü. Oysa Ümit Şahin’in yazdığı gibi alkol kullanımının aşırı dereceye yükseldiği bir ülkede yaşamıyoruz. Zaten pek içilmeyen ve içkinin, diğer ülkelerle kıyaslandığında aşırı pahalı olduğu bir ülkedeyiz. Bu durumun sağlık boyutu ise, esas ekonomik temelli yani yüksek fiyatların sebep olduğu; kör eden rakılar, köpek-öldürenler, free-shop kuyrukları ve kaçak mı değil mi bilinmeyen şişeler üzerinden tartışılsa daha anlamlı olmaz mıydı?

******

Hep söylemişimdir. “Ülkeye sigara yasağı gelmedi. Sigara sadece vapurların açık alanlarında yasaklandı.” Belki istenen de, elbette fiyatlara zam getirmenin yanında, sadece buydu. Bir düşünün haksız olmadığımı göreceksiniz.

Şimdiki yasak ise elbette kar etmenin yanında iki amaca sahip;

Birincisi bu yasak küresel kartellerin bakkalların işini bitirmek üzere son ve yeni hamlesi. Temizlik malzemelerinin, muhtelif gıdaların ve daha bir çok ihtiyacın karşılandığı alışveriş merkezlerinin; artık, sadece gündelik ihtiyaçların karşılandığı süt, yoğurt, ekmek satan kahraman küçük esnafların elinden, o küçük pazar payını da alma girişimidir. Bakkal için küçük ama onlar için toplamda büyük pazar payının… Bilindiği üzere küçük esnaflardan, bir de, tütün ve alkol ürünleri, soğuk soğuk ve denk fiyatlarla karşılanabilmekteydi. Amaç esnafa, ya alkol, ya ekmek tercihi yaptırıp son darbeyi vurmak. Üstelik alkol demesi halinde fişleneceği garanti olduğu gibi, ekmek demesi halinde de batması garanti.

Bırakın kır düğünü, catering tartışmalarını allansen. Bu yasağın ikinci hedefi ise gençlik müzik festivalleri…

Yeşil Gazete’de geçen yaz festival haberciliği yapmıştım. Festival derken, yalnızca gençlik müzik festivallerini içeren, hem etkinliklerin haberini verdiğim hem de daha sonra etkinliklerde yaşananları aktardığım bir yazı dizisiydi. Bu festivallerin Türkiye gibi bir ülkede, gençlere “nasıl yaşanması gerektiğini öğretmeye çalışanlara”  karşı protesto niteliği taşıdığını vurgulamaya çalışmıştım. Çünkü 60’larda 80’lerde eylem alanlarında yükselen örgütlenmeler, günümüzde “ancak” şehir dışındaki festival alanlarında yaşanır oldu. Bunda ise kasvetli solcu dilinin etkisi büyük. Bir zamanlar eylem alanlarında eğlenen ve yaşayan insanlar günümüzde sırf dünyayı ya da memleketi kurtarmak amacındaki politikliğe sıcak bakmıyor. -Ki bu tavır yapay kalıyor, inandırmıyor. Bu sebeple bakılmaması da doğal zaten. Bu festivallerde ise gençler, ellerinde biraları ile iktidarlara küfürler etti. Modernitenin ve dinin baskısı altında yaşayan gençler özgürlüklerinin tadını çıkardı. İlginç olan ise hiç politik olmayan festivallerde bile, yeri geldiğinde, iktidardakiler sağlam küfürler yediler.

Anlaşılan gençlik müzik festivallerine DUR demenin zamanı gelmiş. Bu konu inceden Efes Pilsen One Love Festivali’nin sponsorluk meselesiyle dile getirildi ama esas sorun o festivalden daha öte. Eğer yaşınız 18 – 24 arasındaysa ve geçtiğimiz yıllarda herhangi bir müzik festivaline katıldıysanız biliniz ki siz, artık, “-kötü”sünüz. Dahası gençlere kötü örnek oluyorsunuz, bu sebeple cezalandırılmanız gerekir. Hatta sizi cezalandıran herhangi biri olursa memlekete hayırlı bir iş yapmış olacaktır. Bu festivallere onbinlerce genç katıldı ve sayıları her geçen gün artan organizasyonlarla bu rakamın kat be kat fazlası eğlencenin, özgürlüğün tadını çıkardı. Şimdi ise YASSAK. Artık kanun var. Örneğin bu yassak barlarda işlemeye başladı ama tabi ki denetimi gerçekleşmeyecek ve her şey nasılsa öyle devam edecek. Tek fark artık içenler yasadışı kalmış olacak ve yassak sadece festivallerin gerçekleşmesini engellemiş olacak.

İşte, bu yassak bir meydan okumadır. Bu hükümetin, vatandaşının elinden hukuki yönden “istediği gibi yaşama hakkı”nı alarak yaptığı bir meydan okuma… Neye mi güveniyor? Kolluk kuvvetleri yanında çıkardıkları silah yasasına. Eğer içki içerseniz yani “gençlere kötü örnek” olursanız, yasalar artık sizin arkanızda değil. Gerek polis, gerek kendisini “ağabey” ilan etmiş akranlarınız  canınıza okur. Okuma hakkına sahiptir. Parkta içen gençleri öldüren polis vakası hatırlanacaktır. Eski yasayla istemeye istemeye de olsa ceza alan o polisler artık suçlu değil. Suçlu olan mahallesinin parkında içen gençler oldu. Devlet “kötü”nün tanımını yaptı. Ve eğer içiyorsanız artık yasa dışısınız. Hadi sıkıyosa iç! İç de rengini belli et.

Diyorlar ya hani şeriat geliyor diye… Şeriat çoktan geldi, şeriatın içinde yaşıyoruz. 3 yıl önce R. Tayyip E. rejimi açıkladı muhafazakar demokrasi diye. Bu söz yurtdışında yankı buldu ama bizler uyanamadık. Şimdi ise rutin bir sözcüğe dönüştü.

Bir de Arınç’a sözüm var. O kadar kaba bir şekilde dillendirmesek de, biliriz ki bu dünyada insana düşen yemek, içmek, şarkılar söylemek, danslar etmek, oyunlar oynamak, sevmek, sevişmektir. İnsanca yaşamak bunlar demektir. Aynı dünyayı paylaştığı tüm canlılarla birlikte. Daha ne olacaktı ki? Şimdi Platon, Kant, Schiller, Nietzsche diyecem ama siz onları tanımazsınız. Yabancı onlar. Tübe tübe

29 Ocak’ta (yarın) eylem var, her yerde… Kadehinizi kaldırmayı unutmayın. Bir de okkalı küfür sallayın, ve şuan iktidarda bulunanlara kahkahalarla gülün. Neden mi? Çünkü Marx ve Engels’i anarak; içinde yaşadığımız baskıyı mezara göndermek için gülmek ve tüm bu baskıyı yaratanlara neşeli bir HOŞÇAKAL demeliyiz.

( : HOŞÇAKAL AkP.

Yeşil Gazete Yaşam Sayfası Editörü
Yeşil Politika Yazıları

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Felaket tellalı


 

Kehanetler… Fırsat bu fırsat döktürmeli…

Bir zamanlar bilgi sahibi olmanın anlamı geleceği görme yetisiyle aynıydı. Hatta o çerçeveden bakınca 200 yıllık sosyal bilim çalışmaları bir anda koftileşiyor. “Varsa yoksa geçmişi eşeleyen, ölçen, tartan bilimin ne anlamı var ki?” diye sorulması muhtemel.  Sağolsun Foucault Amca ömrü boyunca, varını yoğunu koyarak, bir kamyon tersten kitap yazarak, olayı geçmişten çıkarıp anca “şimdi”yi tartışmak gerekliliğine getirebildi. Anlayan anladı, anlamayan anlamadı.

Gelecek bilinebilir mi? Geleceği bilemeyecek ne var? Günümüz zaten plan-program çağı olmuş; bir hafta, bir ay, 3 ay, 5 ay derken ajanda doldurmayı biliriz ama gelecek bilinir mi denince herkes ahkam keser. Gelecek bilinemez diye. Rasyonel tarafları şişer, rasyonalite budalalarının…
Yahu gelecek bilinemez olsaydı Amerika’nın petrol şirketi Antarktika buzullarının altındaki petrolü almak için şimdiden imzayı atar mıydı? Belli işte buzulların eriyeceği… ama eridiğinde bunu göremeyecek milyarların olması da pek muhtemel…

Devletlerin, şirketlerin 30 – 50 yıllık kalkınma stratejileri varken ve bunların oluşturdukları karteller dünyadaki geniş kitlelerin ümmüğünü sıkmış, masal masal içinde anlatırken, kitlelerin nasıl hareket etmeyeceklerini biliyorlarsa, gelecek de o kadar basit biçimde bilinebilir.

40’lı – 50’li yıllarda sosyal bilim camiası, etnik ve dini motiflerin insanları manipule ettiğini bariz gerçeklik olarak kabul ettiğinde ya da bilim insanları komunistleştiğinde, Amerika’da üniversitelerin içinin boşaltılması ya da komunist avı da başlamıştı. Neden? Çünkü devletler ve şirketler geleceğin kendileri için pek de aydınlık olmadığını farketmişti. Şimdi ise tüm dünyada akademi iktisatçılık oldu. İktisatçılık ise yanlış anlaşılmasın Marxist “sermaye paylaşımı”ndan değil, Keynesyen “rekabet ve altta kalanın canı çıksın” düşüncesinden hareket ediyor… Tam da istenildiği gibi… Çünkü gelecek bilindiği kadar kurgulanmaya da müsait.
Gelecek, geçmişte de bilinmiştir. Aynı stratejiler, örneğin 1. Dünya savaşı, tee 1890 yılında anlaşmalarla sabitlenmiş, 25 yıl sonra başlayacak petrol savaşları için ittifaklar kurulmuştu…. Ama gencecik çocuklar iman gücüyle ölüme koşturulduğunda bu anlaşmalardan habersizdi.

Baudrillard 1980 yılında artık tamamen kurgulanmış yeni bir çağa girdik derken yaşadığımız science-fiction dünyayı tarif ediyordu. Post-modern cümlelerle…

Velhasıl gelecek bilinebilir.. Burası anlaşıldı herhal…

Eh madem öyle, 2011 kehanetlerimi ayrıca seçim ve anayasa yorumumu yapayım…

Dinle okuyucu bu paragraflarda hakikati bulacaksın.

Meclisten silah yasası geçti. Herkes beş tabanca, bir pompalı tüfek sahibi olabilecek, bunlardan ikisini belinde taşıyabilecek. Ee peki gelecek? Bunu bilemeyecek ne var? Sahnede silah varsa patlar, patlamalı!…

Geleceği Burhan Kuzu da haber verdi. Yediği yumurtalardan aldığı protein aklıyla, gençlere nasihatinde “protesto etmeyin, yazıktır size. Yok ille de protesto ederseniz dayağı yer oturursunuz” dediğinde, bu sözü dinleyen kitleler tonton bir öğütçü görüyorlarsa yazık. Çünkü aslında Kuzu, sopasıyla geleceği gösteriyor.

Daha faşist bir savunma bakanı savunmamız güçlensin diye, daha ehil bir eğitim bakanı gençleri evcilleştirmek için, daha bayan bir aile bakanı kadınları hanımlaştırmak için, daha adil bir adalet bakanı hakkını isteyene, diğerleri isteyemezken, eşitlik sebebiyle kendi hakkını da isteyemeyeceğini öğretecek.

Bu yıl yine devlet kendi vatandaşını öldürüp, savaş uçağından çekilen bombardıman görüntüleriyle reklamını yapıp başka ülkelere silah satma kaygısında olabilir ya da eski görüntüler aracılığıyla bu yılı sadece pazar ekonomisine yönlendirebilir.

Gelelim seçime…

Seçim zamanı yaklaşırken koca bir seçim rüzgarı esecek, sanki hala farklı bir şey olabilirmiş gibi bir duygu ile insanlar tv üzerinden hipnotize edilecek.  Seçim anketleri bildik tv ve medya aygıtlarında, bir o şirket, bir bu şirket tarafından küçük farklarla tartışılır ve “yok onunki doğru, yok bununki yanlış”, “ama daha kararsızlar var” derken, seçim sonuçları açıklandığında herkesin zaten bildiği gelecek, tekrar karşımızda olacak. Seçimler yaklaşırken yeni anayasanın herkesi kucaklayacağını gırla ve hiç durmadan şiirlerle süsleyerek anlatan Tayyip ve saz ekibi, seçim sonucunda tek başına iktidar olacak. O süreçte ilginç sürprizler nedense hep AkP iktidarına yarayacak.

Öteki günlerde ise “yahu anayasa için ille de batıya bakmak zorunda değiliz” diyecekler. “Batı zaten çöktü” diyecekler. “Avrupa Birliği’ne ne ihtiyacımız olacak bea” diyecekler. Yok Malezya’nın anayasası, yok Afganistan, yok Brezilya, yok Çin derken bizim kendi örf ve adetlerimiz gereğince “kendi anayasamızı kendimiz yazarız huleeen, kimseden akıl almamıza gerek yok” diyecek ve ilk maddesinin kalkınmak olduğu, her Türkün asker doğduğu, gelecek nesillere gül bırakmalı falan fişmekan diyerekten, “Türk milleti kemer sıkmasını en iyi bilen millettir.” ilk madde olacak. Derken Fethullah’ın underground kayıtları, Atatürk söylemleri, İsmet İnönü, Ecevit, Musa, İsa, Muhammed derken bu paradigmanın mükemmel olduğu alınan referanslar ölçeğinde, tarihsel söylemlerle de kesinleşecek. Kimsede niye bunları referans aldın diye soramaz. İsimlere baksanıza…

Ağzı açık olayı izleyen vatandaş, sabah 6:00’da kalkıp işine gitmesi gerektiğinden ve akşam yorgunlukla aynı tartışmanın Sansür Yiğit Bulut versiyonunu izleyerek gözleri kapanırken belki inceden Yeşil Gazete’nin fısıltılarına ulaşabilecek. Ama naparsın ki maval gelecek.

Yahu çok üzüldüm, çok pesimist oldu. Okura yazık.. Azcık da umut, teselli lazım. Belki bir söylem değişir, gelecek değişir. Belki dil gerçeği yaratır. Gerçeği değiştirir.

İnceden inceye dünyanın geleceğine umut bağlamıyor değilim. Bu belki gerçek, belki oksijenin kafa yapıcı etkisidir ama bazen iyi şeyler de oluyormuş gibi geliyor. Size de öyle geliyordur. Bazen yani,…  arada bir,…. ve çoğunlukla sıkı bir nefes aldıktan sonra…

Şahsen nefes almalarım, iktidar kuklalarının hikayesini dizi tadında izlerken beliriyor. “Eneee, bunların bildik kalitesiz dizilerden farkı yok” dediğimde, bir kahkaha patlatıyorum, rahatlıyorum. Nietzsche aklıma geliyor. “Güldürmeyen hakikat, hakikat değildir.” diye. Heh tamam işte bu adamlar esasında gerçek değil, bu felaketler de bir o kadar…

2012 yılına taşar mı bilmem ama 2011’de Fethullah Gülen’in aslında 7 sene önce ölmüş olduğunu öğreneceğiz. Tayyip’inde aslında bir bilgisayar programı olduğunu, meydanlarda attığı duygu dolu ama alabildiğine asabi nutukların dublörler tarafından oynandığını öğreneceğiz ya da bu şekilde düşünmenin daha anlamlı olacağını…
Bu adamlara 2011 yılında daha fazla gülüp, nasıl bu kadar uyduruk olabildiklerine daha fazla şaşıracağız. Onlar tv kahramanı olmaya devam etsin, insanlar yedikleri gıdaların tat vermediğini bu sene daha çok teyit edecek. Sürekli borçlu yaşayan insanlar, “Allahım benim ne günahım vardı?” diyecek. Üzücü belki ama Allah’tan hayır gelmediğini biraz daha farkedecek.

Yok salgın hastalık, yok temiz su sıkıntısı, ne içerdiği bilinmeyen gıdalar derken, sistemden kaçmak isteyenler, kaçılacak yerlerin de zaten satılmış olduğunu, değil nehir, dere bile kalmadığını farkedecek. Şehirlerde ise bu yıl temiz hava satışı başlayabilir. Daha doğrusu temiz hava satışını gerçekleştirecek mekanizmayı kursalar, Keynesyen ekonomi anında havaya zehir saçmak gerektiğini bilimsel anlamda ortaya koyar.

Bu felaketten kurtulmak isteyen insanlar, yine bir kurtarıcı beklerken “yahu ne çekiyorsak zaten kurtarıcılardan çekiyoruz”u biraz daha farkedecek.

Sırf marjinallik olsun diye marjinal olanların, yaptığı eylem ve söylemlere biraz daha kendisini yakın hissedecek. Kuklaların kokuşmuşluğunu farkeden insanlar marjinallerin saflığına biraz daha samimiyet duyacak. “Bari bende bi şekil marjinal olayım” diyecek. Çok marjinal bir istekle mesela “dereler özgür aksın” diyecek. cıkcıkcık…

Herşey yavaş yavaş olacak. Felaketlerin içinde radyoyu, tv’yi biraz daha kapatacağız. İntenette sosyal paylaşım sitelerinde her insanın farklı olduğunu, her düşünce biçimine saygı duyulması gerektiğini isteyerek veya istemeyerek öğreneceğiz. İnsanlar biraz biraz sosyal derneklere gidecek, elin cemaati hiç kaynak sıkıntısı çekmezken, renkli ve farkındalık uyandıracak bir eylem için balon alacak paranın olmadığını görecek çağdaş sosyal derneklerde.

Felaketler gümbür gümbür gelip, hem Türkiye’de hem dünyada korku imparatorluğunu teyit ederken, insanlar kendi basit ve sıradan insanlıklarını kabul edecek, üzerine bastığı dünyayı biraz daha duyumsayacak. Yüzünü güneşe dönecek. Dünyanın her tarafında yükselen yeşil düşünceyi destekleyecek. Liderlerden, sultanlardan bıkmışlığıyla doğrudan demokrasinin anlamını farkedecek, sürdürülebilir bir dünya istediğini haykıran insanların sınır ötesi mücadelesini duyumsayacak.

Çünkü tek umut bu.

Bu yazı 30 Aralık tarihinde “Yeşil Gazete – 2011 Kehanetleri” özel dizisinde yayımlanmıştır.

.

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Yumurta, ayakkap ve samimiyet



“Bak terlik geliyoo…” anonim.
Bir kaç gün önce Yeşiller Partisi olarak yaptığımız açıklamada İstanbul Emniyet Müdürü Çapkın ve İç İşleri Bakanı Atalay’ı istifaya çağırdık. Sebep malum; sorumlusu oldukları polisler anne karnındaki bir bebeği öldürmüşler ve bir çok kişinin de ağzını, burnunu kırmışlardı.

Yalnızca biz mi? Birçok parti, sivil toplum kuruluşu, entelektüel ve sanatçı da demokratik yollardan aynı veya benzer beyanlarda bulundu. Sonuç;

Başbakan açıklama yaptı. Polis görevini yapmış. Bu gençlerin ne olduğu zaten sırtlarına geçirdikleri parkalarından belliymiş. Molotof kokteyline izin verilmezmiş… Sonra da demokrasi dersi veriyor. Her şeyin yolu yordamı varmış.

Peki yolunca yordamınca gelen eleştirileri, iktidarın lideri ne kadar düzünden anlıyor ki? Ya da iktidar demokratik yollardan kendisini ifade etmek isteyen görüşler için, seçim barajını kaldırmaya yönelik en ufak bir hamle yaptı mı? Çağdaş modellerdeki gibi; STK’ların, sendikaların iktidara demokratik yollarla yaptırım uygulayabileceği, yönetimde söz sahibi olduğu zemine yönelik herhangi bir girişim oldu da biz mi duymadık?
Yaşanan son gelişmelerde; kim ne söyledi, kim nasıl anladı? Görüntülerde biz ne izledik, başbakan ve danışmanları ne izledi?

Ortada bariz bir iletişim sorunu var. Sanırsın aynı dünyada yaşamıyoruz.  Zaten aynı dünyada yaşamıyoruz, mesele de bu!

Onlar birer tv kahramanı… Çizgi roman kahramanı gibi bir şey. Karşınıza geçmiş bıkbıkbık konuşuyorlar. Siz onu duyuyorsunuz ama o sizi duymuyor. Küfrediyorsunuz neden duymuyor diye? Anlıyorsunuz ki tv böyle bişey.

Sonra aynı ekranın içinde bir başkası sizin düşüncelerinize ayna tutuyor. Heh diyorsunuz beni duymasa da onu duyuyor olmalı. Fakat onu da duymuyor. Duyması için bir yaptırım yok ki?

Zaten o sebeple değil mi? Gerek Türkiye’de gerek dünyada, seslerini duyurmak isteyen insanlar alternatif eylem modelleri üzerine kafa yoruyorlar.

İlk El-Zeydi ile gözlerimiz parlayıverdi. Ayakkabı hedefi bulmadı ama, Bush eğildi. Anlayacağınız “Zeki Müren de bizi gördü.”

O zamanlar tv’de muhabirler simgebilimcilere sordu: “Ayakkabı fırlatmak ne demek?” diye.

Onlar da yanıtladı: “Karşındakini en aşağı görmek”, “yerin dibine sokma girişimi” diye. Çok akıllıca bir yorum. Bravo.

Bu mantıkla dün atılan yumurtalar da karşındakini henüz olgunlaşmamış ya da çocuk olarak görmek olsa gerek. Bu yorumların haklılık payı yok değil…

Bu girişimlerin esas anlamı, yanılsamayı (inlusio) kırmak.

Bugün biliyoruz ki basit-komünal toplumlarda, farklı farklı biçimlerde olsa da, toplumlar kabile şeflerini genellikle yılda bir gün “adam” ederlerdi. Ve o şefler buna boyun eğerdi. Uygulamalar farklıdır. Ancak genellikle lideri çırılçıplak soyar ve eşşek sudan gelinceye kadar döverlerdi. Bu uygulama ile onlara, onların da birer insan olduğu öğretilirdi. Vereceği kararlarda senin benim gibi insan olduklarını akıllarından çıkarmamaları için yaparlardı. Esasında bu uygulamalar bir eğlence atmosferine dönüştürülür, sosyal statülerin, şefliklerin beyhudeliğini vurgular, samimi bir iletişim yaratırdı. Şeflerin elde ettikleri statüyle insanlığından yabancılaşmaması sağlanır, karşılıklı empatinin yolunu açardı.

Öteki gün ise şefliğine kaldığı yerden devam eder ve halkı da ona saygısını sunar, verdiği kararlar tartışmasız olurdu.

Bu uygulama ile şef toplumda suç işleyenleri cezalandırırken, dayak yemenin ne olduğunu bildiğinden kararları acımasızlık boyutuna ulaşamazdı. Veya ulaşırsa eğer; toplum bir sonraki sene yapılacak törene kadar bu durumu belleğine kazır ve haksızlık sonraki törende sahibine içten içe bir kinle geri yansıtılırdı.

Dün Burhan Kuzu konuşamadığı için Mülkiye Rektörü’nü istifaya davet ediyor. Hani biz de açıklamamızda sorumlu iktidar organlarını istifaya davet ettik ya, onun gibi…

Konuşmak isteyen gençlerin ağzının burnunun kırılması ve bir bebeğin ölümünden gocunmayan partinin hukuk danışmanı ve anayasa komisyonu başkanı atılan yumurtaları “ayıp” sayıyor. O da demokrasi dersi veriyor.

Dayak yemiş arkadaşlarının fotoğrafını taşıyan gençlere karşı empatide yoksunluk var…

Görmemiş iktidara gelmiş; sanıyor ki soyut uygarlığın, soyut statüleri yumurtalara, ayakkaplara kalkan olacak. Olmuyor efendiler. İnsanlıktan uzaklaşarak takındığınız tavırları, görmezden geldiğiniz ölümler ve dayakları bu şekilde gizleyemezsiniz.

Atılan yumurtalar şunu söylüyor. “Bak işte sen de insansın biz de. Konumun yüksekte dursa da, ahanda işte önümüzde duruyorsun.”

Okura söyleyeceğim; esasında atılan bu yumurtalar hala birer samimiyet göstergesi… Belki bu şaşırtacaktır ama bir de şunu düşünün; o yumurtaları atamayacak kadar iktidardan korkulabilir. Kendilerini konumlandırdıkları yükseklik eğer bize de normal gelirse, kimse yumurta falan atamaz.

İşin kötü yanı bu ya. Bu iktidar bunu istiyor.

Bu yazı 9 Aralık 2010 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Hüsn-ü Bıdıka


De ki ona; “seni yaradan benim, ben senin Rabbinim”, dinler ise 

kulakları arı misalidir. Duymaz ise; de ki, “hak saati geldiğinde kötek mecburidir.






Eyy Sevgülü,

Benden öncen kuytu karanlıktır, görmez misin?

Benden sonran da zahir ve meczuptur bilmez misin?

Duy ki seni yaradan benim.

Ben senin Rabbinim.





Hııh!!!





Ey münakub-ül kafirin; 

senin mayanda ben varım,

senin tozunda ben uçarım,

sen benle birsin, ben yokken hiçsin;

benim kaburgamdan evvelin yok senin.




Pışşıııkkk!!!




Eyy kafirün zındık,

o güzel gözleriniz benimle bakar,

o güzel beliniz benimlen dolanır,

o güzel kıçınız bana yaslanır,

eğer ben olmas ise, o kıç niçe yaslanır?






Dinlemez ise bu bıdık-ıl müşmekün şöyle selam ediniz.






Eyy sevgülü;

sana zevkimi verdim, taddın ve zevklendin,

sana gönlümü verdim, içtin ve şenlendin,

sana zikimi verdim, öptün ve inledin.

Şimdi niçe bu asilik? Niçe zulüm?.






Uslanmaz ise hala bu sözlen, yumuşayınız.

Biliniz ki Rab herşeyi görür, bilir.






Eyy Hüsn-ü Bıdıka;

aşkınla yanan ben dikkatümü de vermişim ahvala.

Şerriat aşkıylan yanan ben çevirmişim gözümü samaya.

Sen ki o göklerin altındasın bilirim;

öyleyse yolla bir bulut ilen bir nefesini de huulayıp ölem.




lala la la la laaaaaaa….








Meseller içinde yayınlandı | ile etiketlendi | 1 Yorum

Wikileaks; ayna tutan çocuk.


> Bu yazı 3 Aralık 2010 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Bakalım Wikileaks Türkiye’yi teğet geçecek mi?

Türkiye’nin yeni yeni aşina olduğu hukuksal zeminde, mesele belgelerle konuşmak ise; alın belgeler!

Üstelik bu belgeler henüz hiçbir şey. Dezenformasyonsa, biz de şöyle diyelim madem, “henüz milyonda bir.”

Esasında bu olaya da gözlerimizi kapardık ama belge çok işte… Üstelik yalnızca politik, askeri (sıkıcı) meseleler olsaydı sorun yoktu. Ama öyle değil. Politik ve askeri belgelerin içinde o kadar çok magazin içerikli bilgi varki tartışılmaması mümkün değil.

Birbirlerine “yandaş medya” diye çemkiren, “bildik medya” düzeni şokta. Gazeteciler, içinde bulundukları güç ilişkileriyle, neyi, nasıl yorumlayacaklarından emin değil. Gazeteci olarak sızdıramadıkları, ele geçirip nitelikli haber yapamadıkları, hortumlama, yolsuzluk vakalarının bilindiği ama buna nadiren örnek gösterildiği dahası bu sebeplerden dolayı kimseyi koltuğundan edememiş bir ülkedeyiz.  ….Kısaca Assange dünyaya gazetecilik dersi verdi.

Başbakan ise bugün açıklama yaptı. “Yok İsviçrelerde hesap numaram falan…” diye.

Dertlenme başbakan,
sen ki gurur duyduğun, Adnan Menderes’lerin, Turgut Özal’ların soyundansın, utanılacak-çekinilecek bir şey yok.

Turgut Özal nasıl “benim memurum işini bilir.” diyorduysa, ondan miras kalan Türkiye halkı senin için “bizim başbakanımız (tıpkı bizim gibi) işini bilir.” diyecektir. Bal tutan parmağını yalar ne de olsa.. Yolsuzluktan dolayı görevden alınmalar falan,  ….Biz Türkiye’de aştık bu işleri.

Yeni dünya düzeni ne diyor? Onlar ceplerini dolduracak ki zengin sınıf oluşacak, böylelikle halka istihdam sağlayacak ve dualarını alıp,  (kuru) ekmek verecek. Hala ne eleştiriliyor? Anlamak mümkün değil… Ortada yolsuzluk varsa, demir parlıyor işte,    ….Biz bunu öğreneli çok oldu.

*****

“Bildik medya”da bu durum, “Ne, kimin işine yaradı – kime, ne yaramadı” üzerinden, sabit kutuplar içinde tartışılıyor. Anlayacağınız hala aynı tas, aynı hamam,   …bozuk plak gibi.

“Bu olay her şeyden önce, devlet, vatandaş ve medya arasındaki ilişkilerde iki yüzlülüğü göstermesi bakımından bariz bir skandal.” diyor Eco. Haksız mı?

Tabi bilinen köy kılavuz istemez misali, en güzel haber Zaytung’dan geldi. Berberler ve taksiciler “bunlar hep bildiğimiz şeyler. Biz söylüyorduk” demiş. Umberto Eco ile Zaytung aynı dili konuşmuş.

Yani şunu söylemişler;

Devletlerin katil olduğunu bilmiyor muyduk?

Yolsuzluk, adam kayırma, kardeş kardeş ihale paylaşımlarının içindeki diplomasiyi yakından gördük, ama bilmiyor muyduk?

Birilerinin terörist ilan edilmesine, üçüncü sınıf Amerikan aksiyon filmlerindeki gibi gemide, otelde, gökdelende sebepsiz insan öldürmesi neden olmuyormuş. Herkes, her an terörist ilan edilebilirmiş. Tabii bu anlamda teröristin bir anda kahramana dönüşmesi de mümkündür, ki bunu bile biliyorduk aslında…

Parlamentolarda oturanların ne işe yaradığını sanki bilmiyor muyuz? Vb.

******

Bu olay, temsili demokrasilerin, derin devletlerin, onların vitrini olan medyanın ipliğini küresel anlamda pazara çıkaran sıkı bir örnek. Buradan feyz alacak olan ise yöneticilerine ağzı açık bakan yönetilenler olmalı. Kendisinden yabancılaştırılmış insanlara ayna tutan bir örnek bu. İkiyüzlülüğün pazara çıktığı… Yalnızca kralın çıplak kalması değil, kral giyinikken ona hörmet eden insanların kendisiyle yüzleşme fırsatı.

Şunu anlamak lazım, doğrudan demokrasi kendisini var etmek için parlamentolardan izin istemeyecek. Devletin şeffaflaşması, devlet tarafından asla onaylanmayacak ve buna yönelik etik girişimler dahi bu medyada haber olmayacak. Ancak bu süreç hızla devam edecek.

Anlaşılan, toplumların zihinlerinde çoktan bitmiş olan bu sistemler, kontrol ve denetim mekanizmalarını da yavaş yavaş kaybediyor. Çözülüyor…

*****

Tabi birkaç komplo teorisi de üretmeden bırakmam…

Amerika;

savaş sonuçlarını, prestij amacıyla piyasaya mı sürdü? (Kimse sesini çıkarmazsa muhtemel…)

İran’a girmek için yeni bahaneler mi yaratılıyor?

Yoksa yeni dünya savaşında kim müttefik? Kim değil? Ya da ittifak oluşturmaya yönelik piyasa araştırmaları mı başladı?

Yoksa yoksa uzaylılar, Nasa vb.

muhabbetle…

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Naipaul var, Naipaul yok.


Bu yazı 26 Kasım 2010 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Kusturica’dan sonra “hoşgörü teması” üzerinden ikinci sanatçıya çirkinleştik ve nobelli yazar Naipaul güvenlik nedeniyle gelmekten vazgeçti.

Bu kez olay, daha vahim bir kutuplaşma olmasına karşın, üstünü örtmek de daha kolay. Ne de olsa Hindistanlı bir yazardan bahsediyoruz. Hindistan denen koca gezegenin Türkiye coğrafyasındaki tüm iletişim biçimleri içinde ağırlığı nedir ki? Mumbai’le 2,5 saatlik zaman farkına karşın, Hindistan, Çin’den daha uzak değil midir? Gündemden düşünce bir daha da karşılaşılmayacaktır. Kusturica ise tekrar tekrar karşımıza çıkacak gibi duruyor.

Gündüz Vassaf, bu yazar olayını “Küresel sermayeye açık olan Türkiye küresel kültüre kapalı.” biçiminde tanımlamış. 80 yıldır verilen uluslaşma-ümmetleşme bilinci (biz ve diğerleri) içinde, daha yeni yeni demir perdesini kırıp dünyaya açılan Türkiye’den bahsediyoruz.

Üstelik tam açılacakken AkP sayesinde “hazır açılıyoruz, Ortadoğu-Arap ülkelerine de açılalım” diyiverdik. Söylemlere bakacak olursak küresel sermayenin peşinden gidersek, çok para kazanacağız. Hem batılılaşmaya çalışıyoruz öyle değil mi? Batı bu işte. Batı da Ortadoğu’ya açılmak istiyor. Herkes açılmak istiyor yani. Ortadoğu’ya. Pastaya bak!

Batılılaşma üzerinden Avrupa’ya, milliyetçi söylemlerle Orta Asya’ya açıldık, şimdi ümmetçilik üzerinden İslam ülkelerine açılmak üzere; bir söylemler, bir söylemler…

Yahu bunların hepsini toplasan dünyanın 3’te 1’i etmiyor. Peki ya diğerleri? Onlara da “siz bizden değilsiniz ama yaradılanı da yaradandan ötürü severik” mi diyeceksiniz? Yoksa zaten onlarla hiç işiniz olmaz mı?

Nobelli yazar ayıp etmişmiş.

Biz önce bir kendimize bakalım. Tv kanallarımıza bakalım. Dinci kanalların belgesel ve dini içerikli film ve dizi çöplüğünden, sırf biz duygusunu aşılamak için, ötekine lanetler edilen, en ağır hakaretlerin uçuşması bize yabancı mıdır?

“Dini düşman”ı hayal edin. İslam; hadi Hristiyanlık ve Yahudiliğe “bozulmuşlar ama bizdendir” dedi. Peki ya hikayenin diğer tarafında kalanlar? Nasıl olacak yani?

Hem nefret dolu ve hem de nefret eylemine teşvik eden, nefret eylemini ödüllendiren ve en kutsal mertebeye yerleştiren paradigma; hem yazılı, hem görsel literatürde, hala ve gırla devam etmiyor mu?

Çok tanrıcıl düşünceyle nasıl demokratik temas sağlanabilir ki? Kendi gelenekleri ve düşünce biçiminin İslam’ın en büyük düşmanı olduğunu, İslam haykırıyor. Onlardan dünyayı temizleyeceğini…

O islam, o, değilmiş. O, radikal islammış.

“Peki neden radikal Hinduizm dünyayı ölümlerle kasıp kavurmuyor?” demezler mi adama?

Naipaul müslümanlardan nefret ettiğini söylemiş. Hindistanlı nobelli bir edebiyatçının gerekçeleri bence az değildir.

Haa bide!

Türkiye dünyaya açılıyormuş. Bu kafayla olmaz yavrucum.

Öncelikle karşındakine saygıyı öğreneceksin.

Ama adam gibi öğreneceksin.

Yoksa açıldığında Çılgın Türk olarak anılmak isterken, Osmanlı zamanında olduğu gibi adın Hırboya çıkabilir.

Hindistan’dan sevgiler…

Namaste.

Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Süperiletken @ my joint


Bu yazı 7 Kasım 2010 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.

Bir süperiletken muammam var.

Anlatsam inanmazsınız, akla hayale sığmaz accayip fena.. Belli aralıklarla kafamı kurcalar durur. Lise yıllarımdan beri aklımda olan bu teknolojik olayı ekolojik düşünceyle bağdaştırmaya çalışınca işin içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Ayrıca çoook-çok uzun mesele, o sebeple ayrıntılara hiç giremeden “direkt fizik dersi muhabeti”nde komplomu ortaya koyacam.  Belki sadece meraklısına demek gerekir.

İlk olarak lisede (SENE – 95) Kadir Çetin Hoca’m aklıma soktu bunu. Bir elektronik dersinde süperiletkenden bahsetti. Eğer süperiletken madde yapılırsa, bir maddeyi bir yerden bir yere taşımak mümkün olurmuş. Hatta Kadir Hoca’ya göre günümüzde de maddeler bir yerden bir yere elektrik aracılığıyla taşınabiliyormuş –ama  altın gönderildiğinde, kum biçiminde ya da kimyasal anlamda bozuk altın çıkıyormuş. Bunlar hep aslında iletim yollarının aslında bir miktar yalıtkan olmasından kaynaklanıyormuş. Eğer süper iletken yapılırsa; bu kayıplar ortadan kalkacak ve değil aynı madde, mesela insan bile taşınabilir olacakmış.
O yıllarda tabi woww dedik gitti. Çünkü süperiletken çook uzaklardaki imkansız bir masal. Süperiletkenin yapılabilmesi için -273 C derece yani 0 Kelvin mutlak sıcaklığa ulaşılması gerekir-di. !! Olayın elektronik ve fizikten ayrı kimyasal boyutları falan var, karışık.

(SENE – 98) Liseden yeni mezun olmuşmuyumneyim,  bir belgesel izliyorum, mutlak sıcaklıkla ilgili. Belgeselin üçte birini süperiletkene ayırmışlar. Eğer mutlak sıcaklığa ulaşılırsa süperiletkenin mümkün olabileceği ve böylelikle neler yapılabileceğinin içeriğiyle dolu. Tam da kafamı kurcalayan meseleler. Kadir Hoca uydurmuyormuş haklıymış. Vay be diyorum sonra, acaba biz görür müyüz?

(SENE -2001) Hoop bi dergide –Focus’tu yanılmıyorsam, mutlak sıcaklığa zaten ulaşılmış olduğunun haberini alıyorum. Hatta haber öyle ilginç ki aynı işle meşgul bilim insanlarının daha önceki -120 C derecelik rekorlarını egale ederek, -80 C derecede, mutlak sıcaklık koşullarını sağlamayı başarabildiklerini anlatıyordu.
Yani teorik olarak daha önceleri yalnızca matematik – mühendislik hesaplarında kullanılan süperiletkenin, pratik olarak yapılması başarılmış buna karşılık gündelik hayatlarımıza teknolojik anlamda giremeyen, ama dikkat, hani neredeyse girecek gibi duruyor.!  – 80 C ’de.

-E diyorum o zaman, ışık hızı da tamam.

Bir zamanlar ışık hızına çıkılabilmesi olayına “daha süperiletken yokkene nereyee?” denirdi. Haklılardı aslında. Ama artık süperiletken var. -80 derecede, 2 tane dolap tutabilsen birinden adamı yollayıp birinden alabilirsin.

Hatta bu örnek bile yetersiz.

Süperiletkenle;

enerji kaynağından gelen enerjinin iletim sırasındaki kayıplarını sıfırlarsınız. Burası zaten tamam –ki bu durum enerjiden çok büyük ölçülerde kazanç sağlamanız anlamına gelir. Göreli olmakla beraber yanılmıyorsam %30 kadar..

Tamam ama şimdi dikkat!

Eğer makineniz süperiletkenden yapılırsa!! Enerji kayıpsız tamamlanır. Ya da sonrasında kayıpsızlık sağlanabilir. Yani çamaşır makineniz süperiletken olursa kullandığınız enerji aynı biçimde geri çıkar. Eğer makineler süper iletkenden yapılırsa tek makineyi döndürecek  enerjiyi, süperiletkene hapsederek, milyon kez kullanabilirsiniz. Biraz ayrıntıdan girmek gerekirse; süperiletken artık bir madde değil, saf elektromanyetik alandır. Bu alan içinde çamaşır makinenizin istediğiniz biçimde dönmesi için gerekli enerji, bu elektromanyetik havuzda rastgele gerçekleşiyormuşcasına dolanıp duruyorla -aynıdır. Ampul için bilemiyorum (çünkü ampul direnç meselesi ve ısıyla, kayıp yaratarak var olur) ama her türlü motorda kayıpsızlık söz konusudur. Ya da aynı teknoloji dönen motordan elde edilen enerjiyi tekrar manyetik alan enerjisine dönüştürmeye kabiliyetlidir. Ya da şöyle söylemek gerekir belki; elektrikle çalışan bir arabanın tekerleklerinden elde edilen enerji harcananla eştir. Yani tekerleklerin birkez dönmesiyle dünyanın etrafını dört dönebilirsiniz.

Bilmem anlaşıldı mı? Olay fena acayip…

Yine mesela; eğer süperiletken bir kondansatör (elektrik depolayıcı) yaparsanız, içine bir baraj elektrik doldurup, milyon yıl sonrasında açıp o elektriği kullanabilirsiniz.

Ya da süperiletken bir uzay aracı yaparsanız -ki varsayalım bir gözlem aracı, uzaya gönderdiğinizde, o sonsuza kadar çalışacak demektir. Sinyal alır, yollar, fotoğraf çeker, taş toplar onları mükemmel biçimde ölçer tartar.  Hatta fotoğraflarını mükemmel fotoğraf makinesiyle çeker, kimyasal ölçümleri kusursuzdur falan.

2001 senesinden sonra patlayan telekomünikasyon devrimi işi iyicene karışırıyor. Çünkü elektirik artık sadece enerji taşımakla değil bilgi taşımakta da kullanılıyor. Artık bütün dosyalarımız, fotoğraflarımız, videolarımız elektrik.

Süperiletken sayesinde kayıpsız elektrik iletiminden ve böylelikle kayıpsız bilgi paylaşımından bahsederken bir de baktık fiberoptik kablolar çıkmış. Süper iletkenle “kayıpsız elektrik hızında” bilgi paylaşabilecekken fiberoptik kablolarla zaten kayıpsız, hem de ışık hızında paylaşmaya başladık bile. Bu ne hızz… Henüz her bilgisayar için geçerli olmamakla birlikte; gerçektende şu anda dünyanın tüm kıtaları birbirine fiberoptik kablolarla bağlı. Gerçekten online!! %100.

Eğer ışık hızında online olursanız sıfır arşivle tüm elektronik ortamdaki bilgilere aynı anda sahip olabilirsiniz anlamına gelir.

(SENE – 2007) Bir belgesel izliyorum. Süperiletken hakkında. Trt’de yayımlanıyor ve programı bir zamanların Keloğlan rolünden tanıdığımız Rüştü Asyalı sunuyor. Süperiletken yapıldığından beri hayatlarımızda nelerin değiştiğini anlatıyor. 2004 yılından itibaren ilk olarak askeri-uzay teknolojisinde, şimdilerde ise yavaş yavaş tıp alanında kullanılmaya başlandığını anlatıyor. Zaman geçtikçe gündelik hayatlarımıza kadar girecek gibi duruyor. Ama önce süperiletkenin ne yapabildiğine dair tıp alanından bir örnek.
Henüz her hastanede var mı bilmiyorum ama gidip, içine girdiğimiz silindir (yanılmıyorsam NRG) -eğer süperiletkenden yapılmış olursa, mükemmel yalıtımlı elektromanyetik alanın içine giriyorsunuz demektir. Orası, uzaydan elektromanyetik anlamda soyutlanmış bir yerdir. Ve vücudunuza enjekte edilen izotopların hareketini mükemmel biçimde izleyebilirsiniz.  Bu yalıtılmış elektromanyetik alan ile insan anatomisinin mükemmel haritasına ulaşabilirsiniz. –ki ulaşıldı.

Aklıma geldi bak. 80’li yıllarda dünyanın iklim haritasını çıkarmak isteyen bilimadamları 3o yıllık iş demişler. Proje şimdi tamamlanmış..

Şimdi bi adım daha ötesi.

Eğer süperiletkenden yapacağınız bir makine ile örneğin tv üretirseniz. O televizyon mükemmel televizyon olur. Tabi mükemmel ne demek!? Şöyleki, mühendislik hesabında nasıl bir tv istenmişse makine aynen onu vermiştir. Yani süperiletkenle süper makine üretebilirsiniz. Daha da açmak gerekirse eskiden hesapta olan ama pratiğe geçemeyecek teknolojiler, artık aynen hesaplandıkları gibi gerçek olabilirler. Işık hızı mevzusuylada buradan bağlanıyor zaten, süperiletken teknolojisi fizikçilere, “siz hesaplayın gerisi kolay” diyerek usta misali göz kırpıyor.

 Tesla Küresi – Nikolai Tesla, dünyayı öncelikle “iletken” olarak tanımlıyordu. Esas amacı, bu iletken dünya içinde süperiletkeni yaratmaktı.

Tabi süperiletkenin öncelikle uzay ve askeri alanlarda kullanıma girdiğini unutmayalım.

“Paşam süperiletken yaptık, artık dünyadaki tüm bilgileri koyabileceğimiz sonsuz depomuz var.”
“Tamam ozaman herkesin tüm bilgilerini toplayın.”
“Ama nasıl? Kim yazacak?”
“Siz bırakın insanlar kendileri yazarlar!”

İnternet hayatlarımıza girdiğinden beridir herkes hiç durmadan kendi bilgilerini sanal dediğimiz aleme  büyük bir hızla aktarıyor.
Facebook, “tüm bilgilerinizi kaydedecek teknolojiye hakim değiliz” diyor ya hani. İnanmam. Süperiletken çıkmış daha ne olsun be yahu!

Bilenler hatırlayacaktır. Stanley Kubrick’in 2001 Uzay Macerası’nda, hikayenin zamanına göre eskilerden kalma bir insan vardır bir de onun ses ya da yazılım denebilecek arkadaşı H.A.L. vardır. Kubrick’in H.A.L. ismini I.B.M. den esinlenerek koyduğu söylenir.  Harfler alfabede bir öncekine denk düşer. Tam onun gibi ama çok daha fazlası.

Eğer bu teknolojiyle telefon dinlemek isterseniz, bu her anın, an ve an dinlenebileceği anlamına gelir. Hani öyle tüm görüşmelerde bazı kelimelere odaklanıp taranabildiğini zaten biliyoruz ama eğer bu teknoloji süperiletkense tüm kelimelerin aynı anda tüm biçim ve olasılıklarıyla birlikte taranabileceği anlamına gelir. Dahası bunu geçmiş içinde yapabilir. Bu durum ise Batman filminde Joker’in her an, her yerde olma olasılığına karşılık geliştirilen teknolojik aygıta benziyor.  Bu akla hayale sığmaz teknolojiyle, sanırım dünyanın tamamı, tam anlamıyla kontrol altında olmasa bile (artık) denetim altındadır.

95 yılında uzak gelecekte var olması muhtemel süperiletken teknolojisini tahayyül etmeye çalıştığımı ve “çılgınlık”, “kıyamet” ya da “cehennem” dediğimi hatırlıyorum. Şimdi ise duruma öyle bakmıyorum. Tek bir şey var aklımda. Esas meselemi işte şimdi soruyorum. Gelmek istediğim yere sonunda geldim.

Sayın Packard Bell yetkilileri bu makineyi aldığımda 160 Gb bellek diyordu. İçinden 140 Gb çıktı. Hani ya süperiletken falan? Nerde benim 20 Gb? Yakışıyor mu bu çağda?

( : Namaste, Happy Diwali…

Meseller, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , , ile etiketlendi | 1 Yorum

Hüseyin Uğur’la röportaj: Hayalbaz’da neler oluyor?


Hayalbaz

Hayalbaz, İzmir’lilerin kulağına hemen aşina gelecektir. Mekan, Kıbrıs Şehitleri Caddesi, Cumbalı Sokak’ta, kuruluşu daha eskiye dayansa da özellikle son birkaç yılda ismi ön plana çıkmaya ve hatta diğer kentlerde de bilinir olmaya başladı. Amatör, profesyonel ya da yarı-profesyonel sanatçıların, yalnızca bununla kalmayıp; değiştirme, yenileme ve dönüştürme kaygısı taşıyan gençlerin önemli bir buluşma noktası oldu. Hayalbaz’a yalnızca eğlenmek için gitseniz de gerek alt kattaki sohbetlerde, gerek üst katta bulunan sahnede çalan müzik gruplarıyla samimi bir atmosfer yaşıyorsunuz.

Hayalbaz

Hayalbaz ekibi, yoğun işlerinden arta kalan zamanlarında, kendi ofislerinde fanzin çıkartarak başlamışlar sessiz kalamayanlardan duruşlarına. Sürrealist Eylem Türkiye ve Şebeke olarak aktivitelerini sürdürüyorlar. Birkaç arkadaşın hayalinden, İzmir’in en önemli alt kültür buluşma merkezlerinden birisi haline gelen Hayalbaz hakkında, tanıyanların eksik kalmış bilgilerini doldurmak ya da meraklarını gidermek, bilmeyenlerin ise tanıması için ekibin beyin takımından Hüseyin Uğur ile bir söyleşi gerçekleştirdik. İzmir’den Burcu Yılmaz’ın yaptığı röportaja geçmeden hatırlatmakta fayda var. Hayalbaz’da gerçekleşen etkinliklere bundan sonra Yeşil Gazete’den ulaşabilirsiniz.

Burcu Yılmaz: Bize biraz Hayalbaz’ı anlatır mısınız. Nedir Hayalbaz? Nasıl başladı bu oluşum?

Hüseyin Uğur: Nefes almaktır Hayalbaz… Kelime anlamı Osmanlıca’dan geliyor.  Hayal gerçekleştiricisi demek.  Sahne sanatlarının günümüzdeki kadar gelişkin olmadığı o dönemlerde, Karagöz-Hacivat oynatıcılarından birine verilen isim.

2003 yılında başlayan oluşma süreci tesadüflere dayanıyor aslında. Ben kamu araştırması yapıyorum. Bir yandan da kültür sanat faaliyetlerimiz var. İşlerimizi bırakalım, içinde kendimizin de olduğu, gerçekleştirmek istediğimiz kültür sanat faaliyetleri için düşündüklerimizi eyleme dökebileceğimiz bir de çatımız olsun diyorduk. Bir arkadaşımızın tez çalışması sırasında karşımıza çıkan bu kelimeyi alıp içini doldurmaya karar vererek Hayalbaz’ı kurduk ve giderek anlam kazanmaya başladı.

başka bir dünya mümkün

B. Y. : Nükleere Karşı Sanat, Barışa Rock, 1 Milyon Fidan Dikimi, v.s. gibi geniş bir yelpazede düzenlenen  etkinlikleri desteklediğinizi, en azından duyurularını yaptığınızı görüyoruz. Bu etkinliklerin oluşum sürecinde de var mısınız? Yoksa bilgilendirerek dönüşüm aktivistliğimi yapıyorsunuz?

H. U. : Nükleere Karşı Sanat etkinliğini biz Hayalbaz olarak, duyarlı kişi ve gruplarla beraber yaptık. Ancak bir milyon fidan dikimi Ege Orman Vakfının yürüttüğü bir projeydi. Doğru olduğuna inandığımız için projeye bizde destek verdik. Asıl işimiz bu değil tabii ki. Olmasını istediğim şeyler olsa da, yapabileceğim şeyler belli. Ben çiçek bile yetiştiremiyorum mesela. Bir milyon fidan da ilgiyi oraya odaklama konusunda çalıştık. Ayrıca bağışlarımızla da destekledik.

Hayalbaz fanzin

B. Y. : Şebeke nedir? Kimlerden oluşur?Elebaşı? :)

H. U. : Şebeke bir beyin fırtınası sırasında uygulamaya dönüşen işlerden. Biz hayata sessiz kalamıyoruz. Uyumsuz ve sorunlu çocuklardanız. Hayalbazın soluk borusu olma nedenlerinden biriside bu. Düşündüğümüz ve düşünmediğimiz halde spontan gelişen şeyler oldukça, yeni gelişmelerde oluyor. Biz burada bir yandan sanatla bifiil uğraşalım bir yandan da kahvemizi çayımızı içelim derken prosedür dayatmaları ile bir baktık ki dernek olmuşuz. Öte yandan gün oluyor pankart alıp sokağa çıkıyoruz küresel ısınma, ağaçlanma konularında özellikle birşeyler söylüyoruz. Dernek söylemleri ve diğer eylemler birbirine karıştırılmaya başlanıldığında, bürokrasi dolayısyla 24 defa kapatıldı Hayalbaz Sanat Derneği. Biz üslubumuzu sanattan yana kullanmayı ve bu şekilde bazı konularda sesimizi çıkartmayı seviyoruz. Ayrıca Hayalbaz ticari bir hamleyle ortaya çıkmamasına rağmen ticari bir yanımızda var -verdiğimiz servis dolayısıyla.Ve çok yoğun geçen zamanlarımız var. Bizimle sanatsal aktivitelerde bulunmak isteyenleri, üretmek isteyen arkadaşları bu ticari duruştan ayrı tutmak gerekliliğide.  Şebeke çözüm yollarımızdan birisi oldu. Şu anda belirli sürelerle düzenli olarak çıkartıyoruz Şebeke fanzinini.

Hüseyin Uğur

B. Y. : Politik bir duruşunuz varmı?

H. U.: Aksine anti-politik bir duruşumuz var.

B. Y. : Genç aktivistlerden oluşan bir işletme ve müşteri portföyünüz var. Bilinçli bir alt kültür oluşumundan bahsetmek mümkünmüdür Hayalbazda?

H. U. : Evet olabilir. Süreç içerisinde yaptığımız işler, bizimle takılanlar ve ortaya çıkanlar doğrultusunda evet, burada kollektif bir oluşum var. Doğru bildiğimiz şeyleri samimi ifade etmeye çalışıyoruz. Aldığımız belli bir kültür var zaman zaman kendi kültürümüzle çakışan noktalarımızda var. Burada oluşan altkültür bu açıdan değerlendirdiğimizde spontane gelişmiş bir durum. Çıkardığımız fanzinler, yaptığımız müzikler, çizdiğimiz resimler böyle bir kültürün oluşmasını sağladı.

B. Y. : Kendinizi dönüşümsel aktivistler olarak tanımlayabilir misiniz?

H U. : Tanımlamak istemiyoruz. Her türlü tanımdan uzak olmak istiyoruz. Bu hayalbaz kafası işte..

B. Y. : Yeni nesil bir altkültür buluşma noktası olarak yönlendirme ve eğitim konularında nasıl bir duruşunuz var?

Gün ışığıyla ilk buluşma

H. U. : Üzerimize misyon biçilmesini pek istemiyorduk ancak böylede bir durum kendiliğinden oluştu. Burada servis elemanı olarak ekibimize katılan bir arkadaş profesyonel bir müzisyen olarak kapıdan dışarı çıkabiliyor. “Gün ışığıyla ilk buluşma” sergisi ile mesela henüz hiç kendini ifade edememiş insanları bir araya topladık. Biz sanatta sadece salon kültürüne karşı duruşu olan kişileriz. Zaman içerisinde Hayalbaz’dan fotoğrafçı da, sinemacı da, yazan çizenlerde çıktı. Hatta bizim çetenin elebaşlarından birisi, yılbaşında eğlenmek için buraya gelen, es kaza burada grafiker olmaya karar veren, şu anda işlerine İstanbul’dan devam eden aynı zamanda bizim de sanat prodüktörümüz olan eski bir müşterimiz.(Lakabı bizde saklı)

B. Y. : Buraya gelenleri, ekibe, aktivitelere katılmak isteyenleri seçmek gibi bir çizginiz var mı ?

H. U. : Biz kimseyi seçmiyoruz. İnsanlar bizi seçiyor. Buraya gelen müşterileri geri çevirmek gibi bir tutumumuz yok. Herkese kapımız açık. Karşılıklı ilişkilerin absürd noktalara varmasını istemiyoruz. Sadece bu konuda tek çizgimiz bu. Personel seçerken çok donanımlı, v.s.’ye bakmıyoruz. Profesyonelden daha ziyade samimi iyi niyetli genç arkadaşlarla hatta amatör bir ruhla burada birlikte yoğrulmak en sevdiğimiz.

B. Y. : Bay perşembe kimdir? Gerçek midir?

H. U. : Şebeke’nin merkez komite üyelerinden birisidir. Şu anda Kadıköy semalarında olmalı. Karga ya da 6:45′ de olur. Bazı perşembelerde buralarda görüldüğü rivayeti de var. (Hüseyin Uğur; unutmayın bütün kahramanlar gerçektir diyerek gülümsüyor.)

B. Y. : Ağırladığınız profesyoneller. Birlikte çalışmalardan bahsedebilir misiniz?

H. U. : Küçük İskender, Bandista, Abarjazz, v.s., dinlediğimiz sevdiğimiz ortak paydalarımız olan arkadaşlar. Bir projeleri olduğunda bir iletişim trafiği ile yapılması düşünülen projeye birlikte göz atıyoruz. Karşılıklı herşey uygunsa program gün ve detaylarına karar veriyoruz. İstanbul’dan Hafriyat Karaköy, Kadıköy tayfasından Karga, 6:45… gibi topluluklarla içerikleri doldurma ve yeni insanlarla buluşturma noktasında geçmişte de bir rolümüz var. Ekibi full kadro bir arada görmesenizde, ürünlerde Hayalbaz ekibinin ve bu sürreel üretim durumunun yansımalarını görebilirsiniz.

Jazz 5 @Hayalbaz -her salı

B. Y. : Deneysel perşembe nedir peki? Fikir babası Bay Perşembe midir? Neler yapılır?

H. U. : Yok o bir gönderme. Deneysel perşembeler özellikle Abarjazz grubundan Karahan’ın oldukça emeği geçen, çok profesyonel bir çalışmadır. Burada sohbet ederken müzikal olarak kendimizi ifade edemediğimize, yetişmiş müzisyenler olsada farklı sesleri dışarıya yansıtamadığımıza karar verdik. Karahan bir müzisyen olarak bu noktada deneysel perşembeler gibi bir çalışma çıkarttı ortaya. İlk başlarda pek algılanmadı. Deli müziği çünkü yapılan. Pek de anlaşılacak bir tarafı yok. Zaten bu seslerin çoğu isyan, çığlık, gürültü, bir noktada tüketim toplumuna alınan bir tavır. Çatı 1972 ile başlayan daha sonra Karahan’ın Mors, Tonguç’un Tonguç&Gökalp Project’i ile başlayan, İstanbul ve Ankara’dan da dikkat çekmesiyle daha çok katılımın olduğu bir program ve ticari bir durum değil. Deneysel perşembeler iki sezondur programımızda. Çok keyfili gidiyor. Bu sezon yeni oluşturduğumuz, emprowize çalışan başka bir grubumuz, Ayanbeyan’ı iki haftada bir deneysel perşembelerle birlikte programa dahil ettik. Hafta sonları daha alternatif, daha bilindik müzikleri programa dahil etsekte, biz gruplarımızıda müziğimizide kendi içimizde üretmek istiyoruz. Ayanbeyan, kendi gruplarımızdan Dembedem, Herhalükarda ve Jazz 5′ın müzisyenlerinden oluşan bir ekip. Dinlemenizi tavsiye ederim.

Dembedem @Hayalbaz – her çarşamba

B. Y. : Hayalci bir aktivistsiniz…En çok değişmesini istediğiniz şey nedir?

H. U. : Evet tabii ki hayallerimiz var. En çok değiştirmek istediğim şey sanat açısından şu. Sanatı salonlardan çıkartıp sokağı yansıtmak istiyoruz. Önemli olanın sanatçıların çok elit ya da akademilerde onlara ilk öğretilen şey olduğu üzere ayrıcalıklı olmalarının değil, başka birşey olduğunu anlamalarını sağlamak istiyoruz. Şu ana kadar hiç fotoğraf çekmemiş bir insanın bu sokaktan geçerken çok başarılı kareler ortaya çıkartamayacağını kimse söyleyemez. Kimse ayrıcalıklı değil ancak herkes ayrıcalıklı. Burada servisteki bir arkadaşımız çıkıp Akın Eldes ile, Türkiye’nin en önemli müzisyenlerinden biriyle gitar çalıyor. yada Pinhani geliyor burada müşteri iken çıkıp sahnede canları ne isterse onu çalıyorlar.

Karagüneş @Hayalbaz

Sivil toplum kuruluşları, akademileri ve belediyeleri daha etken hale getirmek istiyoruz. Kültür sanat birimleri ile etkileşim halinde olmaya çalışıyoruz. Düş günleri diye bir etkinlik yaptık mesela. Bu etkinlikte tesadüfen Konak Belediyesi – Kültür Sanat Daire Başkanlığı bize mekan kullanımı, duyurular, v.s. için destek verebileceğini belirtti ancak işin sonu başkanımıza plaket verir misinize gelirse uzak duruyoruz. Hayır biz plaket vermek istemiyoruz. Tanımlanmak istemiyoruz. Bir şekilde etkileşimimiz sürüyor. Uygulama konusunda gücümüzün yetmeyeceği bazı projelerin hayatta karşılık bulduğunu görüyoruz -ki bu da sevindirici bir durum.

Cumbalı Sokak

Ve söyleşimizi sonlandırırken :

H. U. : Boşlukları doldurmaya çalışıyoruz biraz. Burası bir kale. Yavaş yavaş dışarıdan gelen tepkilerle farketttik. Çok da fazla kendimizin farkında değildik. Ayrıca etkinliklere Cezayirden bir katılım olabiliyor, San Francisco’dan bir iş gelebiliyor. Londra, Fransa, Portekiz ve Atina’da iletişim kurduğumuz sanat grupları var. Bu iletişimlerden hayatta karşılıklarını bulan projeler var. Geçen zaman içinde kurumsal bir etkide bırakmaya başladığımızı, bir bakış açısı yarattığımızı farkediyoruz. Bizim açımızdan sevindirici bir durum. Biz sunumdansa içeriğin önemli olduğunu anlatmak istiyorduk. Aynası iştir kişinin diyoruz.

Hayalbaz etkinlik takvimi
Röportaj: Burcu Yılmaz – Yeşil Gazete
Röportaj, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Festival Habercisi – 8 , Back To Nature -2 / Zoi Salamander


Bu yazı 9 Ekim tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.  

Psy kültürünün içinde farklı olan; sanatsal faaliyetler. Herkesin, o an sadece eğlenmek için değil, bunun dışında da birbirleri arasında etkinlikler harici iyi iletişim içinde olmaları, duruma göre de örneğin dışa dönuk herhangi bir durumda muhafazakar hareket edip sahiplenmeleri bile psy kültürünün disko camiasından farklı olmasını sağlıyor.
Baktığın zaman müzik altyapıları da farklı tarz müziklerden geliyor. Zaten club camiasının yok olma sebeplerinden en önemlileri; içlerinde böyle iletişim ve etkinlikler kuramamaları ve yeni gelen jenerasyona bunu doğru şekilde aşılıyamamalarıdır. Bu durum onları köreltti…
DJ. Jashmed Sharraf
…FOÇA DA, FOÇA ….
Back to Nature -2
Bazı festival takipçileri için olmazsa olmaz bir festival adresi haline gelen eski Foça’ ya, yazın son güneşli günlerini yakalama umuduyla, kamp tipi barınma ekipmanlarını yüklenen 150 kadar katılımcı, kendilerini birbirlerinden farklı günlerde müzik, dans, deniz ve vecd harmanının kucağına bıraktı. Ulaşım için kullandıkları araçlar çeşitliydi. Kimi yörede çalışan otobüslerle kimi özel otosu, karavanı, motosikleti yada otostop yaparak festival alanına sıcak bir sevinç, şen bir telaş, bazılarıysa yorgun, uykusuz buna karşılık umutlu yüzlerle üçer beşer gelmiş çadırlarını kurmuşlardı. Eski Foça merkezinden yeni Foça’ya doğru giderken 6-7. kilometredeki 500 adımlık sahiliyle, bir vadiyi anımsatan Mersinaki-4 Koyu beşinci kez ev sahipliği yapıyordu Psy- Trance dinleyicilerine.Ulaşım, konaklama ve diğer konularla ilgili bağlantıya geçtiğiniz anda festival yetkililerinin sıcak açıklamalarıyla, dostça değerlerin ön planda olduğu bir camia ile kaynaşmak üzere olduğunuzu sezinliyorsunuz ve kamp alanına adım atmadan eğlenmeye başlıyorsunuz.
Etkinliğin, otoyola dolayısıyla kent merkezine yakınlığı genelde böylesi etkinliklerin tadını azaltır, ancak bu koy için pek öyle gözükmüyor. Birkaç yıldır tekrarlandığından yöre halkı olsun, ilgili kurumlar olsun alışmak bir yana festival tecrübesi edinmişler diyebiliriz. Toprak üzerinde gezinenleri benimsemişler.
Kumsal
Festival alanında, deniz neşeli şıpırtısını bonkörce saçıyor çevreye ve ılık rengarenk samimi bir Aura çepeçevre kuşatıyor sizi. Koy girişinde çoğu diğer festivalde rast geldiğiniz esir kamplarının biricik alameti, bir nizamiye ile karşılaşmadan içeri süzülüyor, insanlarla tanışmaya-kaynaşmaya başlıyorsunuz. Çadırınızı kurduktan, ilk keyifli saatleri yaşadıktan sonra ne yaptığını bilen biri yanınıza kadar gelip, kayıt ve bilet işlemleri ile zaman harcamaya uygun iseniz yani ‘daha sonra’’ demezseniz sizinle görüşüyor. Hiç bir sponsor desteği olmadan kotarılan etkinliğe 50 TL ödeme yaparak “destek” olabiliyorsunuz.
Renkli kostümlere, rasta örgülü saçlara aşina birkaç insanın işlettiği büfe lokanta karışımı bir tesisten sıcak, soğuk, alkollü, alkolsüz içecekler; günün menüsü, özel sipariş fast-food yada sulu yemekler, meyve, çerez edinmeniz mümkün, yanınızda malzeme getirip ateşte, gaz ocağında kendi yemeğinizi hazırlamanıza bir itiraz eden de yok elbet. Hatta tesis ilgilileri, serin yerde saklamak gereken malzemeleriniz için bir soğutucu depo bile tahsis etmiş.
Bir hafta sürmesi planlanan etkinliğe internet üzerinden yapılan duyurularda isteyenlerin erken de gelebileceği “sohbetin-muhabbetin” tesisata, sisteme bağlı kalmaksızın başladığı bildirilmişti. Bu sene zaten ilk 4 günün çeşitli workshoplar, meditatif bazı uygulamalarla geçirileceği, kalan 3 gün normal ses sistemi ile “tam gaz” devam edeceği duyurulmuştu. Fakat katılımcılar gündüzleri deniz, kum, güneş, geceleri sohbet, yıldızlar, içki, şifalı bitki çayları, kamp ateşi çevresinde sigaralarını tüttürmeyi veya patates közlemeyi seçtiklerinden, pek planlandığı gibi olmadı. Ama, bana kalırsa “planların”; Psy –Trance kültürü içinde, okyanusun dibindeki bir gemi enkazı kadar yer bulmasının, bu kültürün en çok spontane yüzleşmelerle ışık saçabilmesi için lazım gelen puslu haritaları gün yüzüne çıkaracak maharetli eli kolayca seçebilmeyi mümkün kılacağını anlamamak bir kayıp olacaktır. Ne hoş ki, Back To Nature’ü organize eden Mind Manifest kadrosuda gerek geçmiş festival deneyimleri gerekse kişisel meziyetleri ile festival boyunca azalmayan kondüsyonlarıyla aksiliklerin tad kaçırmasına, “doğaya gülüşü” zora sokacak pürüzlerin yüzleri ekşitmemesi adına, üstesinden gelmedik pek bir engel bırakmadılar.
Sahnenin, festivalin kalbi olarak güp güp attığı, elbette ki güneş battıktan, yıldızlar ortaya çıktıktan, müzik artık doğrudan kanınıza karışmaya başladıktan sonra anlaşılıyor. Çevresinde dolaşırken ya da içinden diğer yöne ilerlerken güp güp’lerin sıcaklığı sizi ısıtıyor ancak sahnede sıcaklığın direk kendisi, ondan bir parça olmadan öylece durabilmek gerçekten zor; dans etmeye başlıyorsunuz ve baslar, looplar, bazısını bir yerlerden başka türlü anımsadığınız sample’ların içinde varoluşunuzun size armağan ettiği hazinenin pırıltısına yelken açıyorsunuz.
Artık bazen ateşten dalgaların ihtişamıyla, bazen başka bir boyuttaki buz dağlarının üzerindeki beyaz ayılarla yada adı sanı belirsiz diyarlarda göklerde rengarenk saçaklarıyla devinen ejderhalarla rastlaşmanız olası. Olurda bu astral hazza bir mola vermek gelirde aklınıza çadırların arasında bir tura çıkarsanız; karavan ışıkları, kamp ateşleri başında aynı ritimle küçük sallanmaların da etkisiyle, insanların ne kadar çok birbirine benzediğini fark edip, “dünyada neden bunca anlaşmazlık ve savaş var.” diye depresyona girmenizi çoğunlukla karanlıklar içinden bir selam veya bir ateş başı daveti alıkoyuveriyor. Yaklaşır ve yerinizde durabilirseniz size geldiği yerden getirdiği bir içkiyi, bir bitki çayını, közden yeni çıkarılmış bir patatesi uzatıyor birisi. Bir sessizlik sonlanıyor, bir muhabbet başlıyor…Uzak doğuda zen keşişleri “parti her yerde” manasına gelen bir cümle sarf ederler, zıtlıkları kovalama derdine bir çare bulamadığım zihnim, “her yerde olabilen hiçbir yerde olmayabilir’’ diye kurar genelde ama aynı kovandaki arılar gibi denizden esen yel, kesilmeyen müzik; azalmayan her bir başka dj ile ayrı tadlara bürünen ritm, karanlıklar içinden arada kopan kahkahalar bunu orada mümkün kılmıyor, o an.
Dj Nirmal (Scotland)
Başka yerleri bilemiyorum ama ben tam ortasındaydım partinin, biz tam ortasındaydık partinin… Festivale İstanbul’dan katılan Alp Döşeyenler; “aşk, sevgi ve dostluğun sanrılarla buluşması’’ dedi Back To Nature-2 için. Hem de uzun bir özlem sonrası gerçekleşen bir buluşma sanki, ertelemelerin küf kokularından arınmanın huzuru ile sarhoş sanki… Bazı kimselerin hemen önce bir başka festivalden, Fethiye’deki Psyfiles – 2’den çıkıp geleceğini bildiğimden ekstra mutlu yüz aradım çevrede, ancak bilet fiyatları ve bazı psy trance alışkanlıklarına aykırı gelecek talihsizlerden ötürü o yüzlere pek denk gelemedim. Denizli’den gelen Bilkan Pişkin; “Katrancı koyunun hoş bir yer seçimi olduğunu ancak bazı günübirlik piknikçilerin Psyfiles’a gölge düşürdüğünden bahsetti. Eski Foça Mersinaki-4 koyundaki Mind Manifest etkinliği içinse “belki daha az dark, daha çok psytrance daha leziz olurdu’’şeklinde görüşlerini paylaştı bizimle. Geçici de olsa kendi eğlenceli renklerine boyuyor festivaller kumsalları, vadileri… Dünyanın bunca karmaşasında asık suratlı politikacıların bin yıllık yanlışlarını devam ettirmekteki inatçı tutumlarına bir tenefüs arıyor insan; İzmir’den Kristal Güngörün; “tüm gri elbiselerimizi yırttık, üzerimize zorla giydirilen ve hiç de yakışmayan bu ciddiyet kostümünü istemiyoruz artık!!! Ruhumuzun renkleri, özgürleştikçe parlıyor’’ diye özetliyor. Bizi özgürlüğün parıltısına çağırıyor. Her anınızın bir festival coşkusu içinde geçmesi dileğiyle….
Festivall, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , ile etiketlendi | 2 Yorum

Festival Habercisi – 7, Haberler, Haberleer, Haberleeer


Önce özetler…

– Şu günlerde İzmir Eski Foça’da Mind Manifest Project tarafından organize edilen Back to Nature 2 isimli festival halen devam ediyor. 27 Eylül’de başlamış olan etkinlik, 3 Ekim’e kadar devam edecek. Kaçırmak istemeyenler bu yazının devamını okumadan çantalarını kapsalar iyi olur.
– Ekim ayı sonunda ise bu yılın efsane olan ve yılın ilk festivalini organize eden Shanti Tribe’in Goa Twisted Vibration etkinliği, önceki etkinliğe katılmış kişiler tarafından sabırsızlıkla bekleniyor.
– Antalya Sundance’te ise 5. J-Fest (Jonglörler Festivali) haftaya başlayacak.
*******
Şimdi haberler;

Back To Nature , 27 Eylül – 3 Ekim / İzmir -Eski Foça
Foça’da kendi halince, bağımsız bir koyda, geçen yılda yapılmış olan Back To Nature 2 etkinliğine hala katılabilirsiniz. 7 gün süren etkinlik, ilk 4 gün sakin ve mütevazi ses sistemi, yoga, meditasyon ve geceleri belgesel-film gösterimi gibi etkinlikler; son 3 günde ise hızlı bir parti olma niyetiyle organize ediliyor. Partinin fiyatı oldukça uygun. (50 TL) Yalnızca yetişebildiğiniz kısmına gitmek üzere pazarlık dahi yapabilirsiniz. Benden söylemesi.
Kumsalının güzelliği, çimenlik ve zeytin ağaçlarıyla kaplı etkinlik alanı, çadırla yapılan konaklamayı dahi oldukça konforlu kılıyor.
Etkinlikle ilgili ayrıntılı bilgilere facebooktan ulaşabilirsiniz.
5. J-Fest , 4-10 Ekim / Tekirova – Sundance
4 – 10 Ekim

Festival Habercisi yazı dizisinde yalnızca müzik festivallerinin haberini verdim. Buna karşılık Antalya/ Tekirova – Sundance Camp’te, Çağdaş Sirk Sanatçıları Derneği’nin düzenlediği festivali haber vererek bir istisna yapasım geldi.

J-Fest; doğa, deniz ve antik kent Phaselis ile iç içe bir ortamda; top, poi, labut, yoyo ve holalup gibi oyuncaklarla gün boyu pratik yapmak isteyen jonglörlerin ve/veya jonglörlük becerilerini ilk defa öğrenmek isteyenlerin tanışıp, yeteneklerini sergileyebilecekleri önemli bir buluşma noktası oldu.
Festival alanında; profesyoneller tarafından hazırlanan Gala Gecesi’yle birlikte, yurtdışından ve yurtiçinden gelen değişik becerilerdeki modern sokak sanatçılarıyla workshoplar, 3 değişik büyüklükte inşa edilen jonglör çadırları, ateş gösterileriyle birbirinden eğlenceli oyunlar yer alıyor.
Her yaştan katılımın mümkün olduğu festival, tamamen gönüllü jonglörler aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Üstelik bu yıl festivalde “görevli” ya da “görevliler” değil, renkli karakterler kapıda karşılayacakmış…
4-10 Ekim arası düzenlenecek ve yine hayli uzun süren bu festivalde çadırla konaklamak için girişte sadece 70 TL ödenmesi, ve ayrıca festival sürecinde de dışarıdan alışveriş yapılabilmesi bakımından, ekonomik yöndende oldukça uygun görünüyor.
2009 / J-Fest
DİKKAT!!!,
bu etkinliğe yurtdışından gelecek sanatçıların İstanbul’da 1 Ekim Cuma günü saat 18:00’de Galata Meydanı‘nda bir buluşma gerçekleştireceğini de haber verelim. Galata Meydanı’nın o saatte, ateş ve türlü gösterilerilerle renkleneceği kesin.
2009 / J-Fest
Detaylı bilgi ve ön kayıt için;
Goa Twisted Vibration , 22-25 Ekim / İzmir-Dikili
22 – 25 Ekim

Bu yılın festival sezonunu açan Shanti Tribe görünen o ki kapanışı da gerçekleştirecek. Festival Habercisi – 2‘de uzun uzun anlattığım festival, aynı organizatörlerin Goa Freak Family ile güçlerini birleştirerek gerçekleştireceği yeni bir parti ile karşımızda…

Kirli, Tozlu ve kesinlikle Psycadelic!!!
Kendisini dört duvar arasındaki mekan ve kimliklere değil, açık hava rave kültürüne uzanan geniş bir aile, bir kabile olarak gören Shanti Tribe, 2006’dan bu yana Türkiye’de psy-kültürün oluşumu adına çabalamayı sürdürüyor.
Etkinliklerini doğa harikası yerlerde gerçekleştiren Shanti Tribe, çöp ve kimyasal atıklara karşı gösterdiği hassasiyetlede dikkat çekiyor. Festivale doğal sabunlar dışında doğayla temas etmemesi için herhangi bir katkı maddesi içeren temizlik ve bakım ürünleri götürmemelisiniz.
Shanti Tribe
Etkinlik alanı zeytinlikle kaplı, plajı olan bir yarım adada, sadece parti için ayrılmış bir koyda gerçekleşecek. Partinin indirimli bilet satışları hala sürüyor. Şu sıralar 35 TL’ye alınabilecek biletler kapıda 70 TL olacak. Etkinlik yiyecek içecek getirilmesine karşı yasaklar içermediğinden gelişmekte olan ve daha önce haber verdiğim psycadelic festival etkinliklerine göre yine uygun fiyatta kalıyor. Festival organizasyonundan Orhan fiyat konusunda şöyle diyor.

“Aslında dünya standartlarında bizim fiyatlar aşağı yukarı normal. Bizim yaptığımız işlere denk düşen Avrupa’daki partiler de aynı fiyatta oluyor. Tabi bizimkiler henüz o kadar kalabalık geçmediği için zarar sözkonusu biraz 🙂

Lokasyon açısından genelde şehirden uzak mekanlarda olduğu için partilere gelen katılımcının yol masrafı oluyor. Üstünede yüksek bilet fiyatı insanları zorlar. Ayrıca katılımcılarımızı tanıyoruz, gezmeyi seviyorlar ama öyle çok paraları yok. Bizde bunu biliyoruz ve mümkün olduğu kadar fiyatları düşük tutmaya çalışıyoruz. Birde gönüllü olarak destek olan bir sürü insan var onların katkılarıda çok tabi..”

Yurtiçi ve yurtdışından birçok Dj, çeşitli görseller ve performanslarla dolu dolu bu etkinlik hakkında ayrntılı bilgiye facebookta;
linkinden ulaşabilirsiniz.
Festivall, Yeşil Politika içinde yayınlandı | , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın